Kara para aklansa da kirlidir
Efsaneye göre 1920’lerde Amerika’nın meşhur gangsteri Al Capone, gasp, fuhuş, kumar, kaçakçılık, yasadışı uyuşturucu, silah ve alkol ticareti üzerinden kazandığı çok büyük miktarda parayı sanki meşru bir kaynaktan kazanılmış gibi göstermek için sayısız çamaşırhane satın almış. Böylece elde ettiği suç gelirlerini, çamaşırhaneler üzerinden sisteme sokmayı başarmış.
İngilizcede bu tür kazançlara “kirli para” (dirty money) deniyor. Bu hikâyeden sonra, kirli paranın çamaşırhanelerde temizlenmesinden mülhem, “para yıkama” (money laundering) tabiri doğmuş.
Türkçede buna “kara para aklama” diyoruz. Gayrimeşru gelirleri genellikle “kirli” diye değil de “kara” diye tavsif ediyoruz .
Kara para tüm ülkelerin problemi.
Ama özellikle sınai açıdan geri kalmış, yüksek teknolojili/yüksek katma değerli ürünler üretip satamayan, daha çok doğal kaynaklarını ve zirai ürünlerini hammadde olarak pazarlayan, ya da turizm gelirleriyle ayakta kalmaya çalışan ülkeler, “kara para belasının” hedefi oluyor.
Meşru yollarla ülkeye kazandırabildiklerinden çok daha fazla dövizi bir anda kucaklarında bulan bu ülkelerin yöneticileri, kara mara demeden bu paraların kendi ülkelerinde aklanmasına göz yumabiliyor.
Her gün “milyonların kaybedildiği” kumarhaneler, astronomik ücretlerle futbolcu transfer ediyor “görünen” futbol kulüpleri, paranın nereye harcandığının takibini zorlaştıran dev inşaat projeleri ve hayali ihracat gibi “enstrümanlar”, kara para aklamanın paravanı olarak kullanılıyor.
İşin ahlaki boyutunu umursamayan, “üzümünü ye bağını sorma” anlayışını benimseyen yahut ülkelerinin refahı için en azından bir süreliğine bu paraların gelmesinde mahzur görmeyen siyasetçiler, ülkeye akan suç gelirlerinin içeri kolayca girebilmesi için arka kapıyı aralayabiliyorlar.
“Ekmeğin aslanın ağzında olduğu, düşmanlarımızın finansal hamlelerle bizi köşeye sıkıştırdığı günlerde, kendiliğinden gelen bu “kolay paranın” kime ne zararı var? Ne olur yani bu gelirler ülkemize gelse de halkımız belini doğrultsa?” diye düşünüyorlar.
Ama yaptıkları kendilerini ve halklarını kandırmaktan başka bir şey değil.
Çünkü kirli para ondurmuyor, öldürüyor.
Gittiği yeri kirletiyor, zehirliyor, çürütüyor, siyasi ve içtimai açılardan istikrarsızlaştırıyor.
Kirli parayı ülkeye getiren mafya ve çetelere, katillere, kaçakçılara, sözüm ona “iş” adamlarına, “devlet adına çalıştığı intibaı veren” karanlık kimselere karşı verilen mücadele zayıfladığı anda bunlar, bol paraları ve acı kuvvetleriyle “muteber iş adamı” pozisyonuna terfi ediveriyor, siyasetçileri, bürokratları rüşvetle satın almaya başlıyor, devlete özellikle güvenlik ve adalet sistemini çökerten virüsler gibi nüfuz ediyorlar.
Üstüne üstlük bu karanlık tipler, dizilerin de katkısıyla gençlerin rol modelleri haline geliyorlar.
Hızlı ve kontrolsüz para girişi, ülkede lüks tüketimi, ithalatı, dış ödemeler açığını, enflasyonu, gelir dağılımındaki dengesizliği, faizi ve işsizliği arttırıyor, rüşveti yaygınlaştırıyor.
Kanunlar kurallar “şahsa özel” olarak eğilip bükülmeye başlıyor.
Ülkede meşru yollardan iş yapmak gittikçe zorlaşıyor: Kötü para iyi parayı kovuyor.
Kara paraya yakılan yeşil ışık, ülkenin gelişmesini de durduruyor. Böyle çılgınca para akarken çalışmak, didinmek, yeni fabrikalar, teknolojiler için riskli yatırımlar yapmak anlamsızlaşıyor. Çok sıkı çalışarak kırk senede kazanacağı parayı birkaç ay içinde cebine koyabilen iş adamı, çalışıp üretmek yerine kirli para çarkına dahil olmayı tercih ediyor.
Mücadele edilmeyen kirli para, terörizmin finansmanı, narkotik ağların genişletilmesi gibi her türlü yeni gayrimeşru ve istikrarsızlaştırıcı faaliyete zemin hazırlıyor.
Kirli para, aklansa da temizlenmiyor. Tıpkı uyuşturucu maddeler gibi bağımlılık yapıyor. Tükettikçe daha fazlası arzulanıyor, beyni ve vücudu zehirliyor, melekeleri felç ediyor.
Ülke bu zehre ne kadar uzun süre maruz kalırsa, belini doğrultma ihtimali o kadar azalıyor.
Hasılı, hayatta kalmak için kirli paranın damarlarına zerk edilmesine müsaade eden ülkeler aslında kendi sonlarını hazırlamış oluyorlar.