Kabileler çağı
Bütün dünyada derinden hissedilen bir sosyal kriz var. Bu krizin adını Durkheim 120 sene önce koymuştu: Anomi... Ama bugün dünyanın tecrübe ettiği kriz onun anlattığından farklı, yeni bir çeşit anomi. Durkheim Batı toplumlarının binlerce yıllık tarım toplumundan sanayi toplumuna, modern zamanlara geçerken yaşadığı buhranlara bir teşhis koymaya çalışıyordu.
Batı yaklaşık yarım asırdır, modern zamanları da ardında bırakmanın sıkıntılarını yaşıyor.
Bizim gibi Batı’yı biraz arkadan takip eden ülkeler daha hâlâ moderniteye geçiş sancıları çekerken dünyanın geri kalanıyla birlikte yeni ve çok ürkütücü bir değişime doğru sürükleniyor.
Hayatımızı üzerine kurmaya çalıştığımız sütunlar yıkılıyor, bunların yerini alabilecek yapılar icat edilmiş değil henüz.
Fransız sosyolog Michel Maffessoli, bütün dünyanın derinden hissettiği krizi şöyle formüle ediyor: Modernitenin ana sütunları sayılan “bireycilik”, “rasyonalite” ve “ilerlemecilik” fikirleri yıkılıyor. “Ben” yerini tekrar “biz”e bırakıyor. Bireyin yükselişiyle zayıflayan cemaatler (communities) geri dönüyor. Maffessoli buna “kabileler çağı” ismini veriyor. Akılcılık zayıflarken duygusallık yeniden öne çıkmaya başlıyor. Gelecek odaklılık, ilerlemeye inanç yerini “şimdiye”, “âna” odaklılığa bırakıyor.
Akılcı bireylerin daha iyi bir geleceği inşa etmek için bir araya geldiği zamanları yavaş yavaş ardımızda bırakıyoruz. Akıllarından çok duygularıyla hareket eden ve kendilerini birtakım sosyal grupların mensubu olarak tanımlamayı tercih eden insanların, yarını planlamak yerine hemen bugünü değiştirme çabasına girdiklerini görüyoruz.
Emile Durkheim “Toplumsal İşbölümü” isimli eserinde modernite öncesi tarım toplumu ile modernleşmiş sanayi toplumunun özellikle iş bölümü ve uzmanlaşma noktasında farklılaştığını ortaya koyar. Bu farklılaşmanın “toplumsal cezalandırma” konusunda da bir değişikliğe sebep olduğunun altını çizer. Fark şudur:
Tarım toplumunda uzmanlaşma yoktur veya çok azdır. Herkes her işi yapar, kimse vazgeçilmez değildir. Suç işleyen kimseler bir şekilde acı çektirilerek, servetlerine el koyularak, şerefleriyle oynanarak, hayatlarına ya da özgürlüklerine kastedilerek cezalandırılırlar. Durkheim buna “cezalandırıcı hukuk” yahut “baskıcı yaptırımlar” (repressive sanctions) diyor. Bireylerin uzmanlaşarak organik dayanışma içinde önemli roller üstlendiği modern toplumlarda ise bireyden öyle kolay vazgeçilemez. Suç teşkil eden, organizmanın işleyişini bozan eylem olmasa hangi durum var olacaksa, o durumun geri getirilmesi hedeflenir. Yani amaç bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Suç işleyen bireyin yok edilmesi değil, çeşitli zorlama ve uyarılarla eski toplumsal fonksiyonunu kazanması, toplumsal sözleşmenin kendisine düşen tarafını yeniden hakkıyla yerine getirir hale gelmesi amaçlanır. Durkheim bunu da “onarıcı hukuk” (restitutive law) olarak isimlendiriyor.
***
Şimdi Maffessoli’nin anlattığı güncel krizimize dönelim.
Bireyin karşısında toplumun (kabilenin), aklın karşısında hislerin geri dönüşü, cezalandırma konusunda da bir geri dönüşün sinyallerini veriyor.
Gün geçtikçe topluma karşı suç işlediği öne sürülen insanların bireysel kıymetlerinin, topluma sağladıkları faydaların, uzmanlıklarının, onları özel yapan kabiliyetlerinin daha az dikkate alınır olduğunu müşahede ediyoruz.
Hemen herkesin şikayetçi olduğu - ama bir parçası olmaktan da kolay kolay kurtulamadığı - “linç kültürü” aslında zamanın ruhundan besleniyor.
Kendi duygusal zeminlerinden ayrılan, kendilerine “ters gelen” şeyler söyleyen “bireylerin” karşısında kümeleşip “bu haini hemen asalım” diye çığlıklar atan, dümenlerini akıllarının elinden alıp hislerine teslim etmiş mesleksiz kimselerden müteşekkil topluluklar, gittikçe hayatta daha belirleyici oluyorlar.
Çok gelişmiş teknolojilerin, bilgisayarların, robotların işlerini hızla ellerinden aldığı insanların vasıfsızlaşmaları süreci hızlandırıyor.
“Modernite” bize Engizisyon’un dâhî Galileo Galilei’yi nasıl sapkınlıkla suçlayıp yobazca yargıladığını anlamıştı. İçine sürüklendiğimiz süreç korkarım ki benzer “yargılamaları” da hayatımıza yeniden sokacak.