İnsanımız korkak mı?
Dünyamız hemen her gün büyük adaletsizliklere sahne oluyor.
İnsanlar haksız yere suçlanıyor, hakarete uğruyor, işlerinden atılıyor, toplumdan dışlanıyor, tartaklanarak göz altına alınıyor, mahkemelerde süründürülüyor, hapse atılıyor, daha kötüsü şiddet görüyor, açlığa, fakirliğe mahkûm ediliyor, hem fiziksel hem psikolojik işkencelere maruz kalıyorlar.
Bu vaziyete düşenler, uğradıkları açık haksızlıkların başka insanlarca fark edilmesini ve haksızlığı yapanların üzerinde toplumsal bir baskı kurulmasını istiyor, uğradıkları zorbalıklarla mücadele edebilmek için başkalarından destek arıyorlar.
Amerika’yı sarsan protestolar tam da böyle bir amaç güdüyor.
Polislerin bir siyahi vatandaşı gündüz gözü, kameraların önünde katletmesiyle başlayan protesto gösterileri, siyahilerin hâlen maruz kaldığı haksızlıkları sadece Amerika’nın değil tüm dünya kamuoyunun gündemine taşıdı.
Amerika’da yaşayan siyahilerin nüfusa oranı sadece yüzde on dört. Yani azınlıktalar. Etkili bir siyasi yahut iktisadi güç oluşturmuyorlar. Uğradıkları haksızlıkların, beyazlardan vicdan ve ahlak sahibi olanlarınca görülmesini bekliyorlar.
Ne mutlu ki beklentileri tamamen boşa çıkmıyor!
Amerika’nın her yerine yayılan protestolarda bazı beyazlar siyahilerle kol kola yürüyor. Onları işittiklerini, onların yanında olduklarını gösteriyorlar. Yürüyüşlere katılan, slogan atan beyaz polis memurları bile oluyor!
Anglo-sakson kültürü, haksızlıkları azaltmaya yönelik kişisel çıkışlara alan açarken, toplum kazanında ferdi adeta eritip yok eden kolektivist kültürler hiç ümit vaat etmiyor.
Dünyanın herhangi bir yerindeki haksızlıkları görüp, o haksızlıklara karşı kişisel seviyede itiraz yükseltme hatta bu yolda ölümü göze alma kahramanlığını gösteren sağlam şahsiyetler genellikle ferdin öne çıkabildiği kültürlerde yetişiyor.
Zamanımızdan örnek ararsak, Filistin’deki zulüm altında inleyen insanlara yardım için çabalarken can veren Amerikalı Rachel Corrie, hayatlarını riske atarak kendi hükumetlerinin haksız, hukuksuz uygulamalarını ifşa eden Amerikalı Edward Snowden, Chelsea Manning ve Avustralyalı Julian Assange akla ilk gelen isimler.
Bizimkisi gibi ülkelerde fert öylesine bastırılmış, öylesine zayıflatılmış durumdaki insanlar -bırakın başkalarına destek vermeyi- bazen kendi uğradıkları haksızlıklar karşısında bile ses çıkartmaya cesaret edemiyorlar.
Fertler, başkalarının uğradığı haksızlıklar karşısında, sadece kendilerini ait hissettikleri sosyal grup toplu olarak bir tutum alırsa tepki gösteriyorlar. Ama bu çok sathi, çok samimiyetsiz bir tepki! Grup bir şekilde tavır değiştirince sanki haksızlık ortadan kalmış gibi meseleyi unutuveriyorlar.
Mesela “partim, cemaatim, örgütüm, çevrem ne düşünürse düşünsün, onlardan biri olmasam, hatta onların tepkisini çekeceğimi bilsem bile haksızlığa uğrayanların yanında olacağım” diyen kimseleri göremiyoruz.
Kolektivizmi öyle içselleştirmişiz ki, bu kahramanlığı gösterenlerin şahsi bir motivasyonla hareket etmelerini imkânsız görüyor, kendimizi onların aslında ilk bakışta görünmeyen başka bir toplumsal hareketin gizli ajanları olduğuna inandırarak rahatlıyoruz.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünü içselleştirmiş bir toplumda yaşıyoruz.
Korkuyoruz. Korkmakta haksız da değiliz. Toplumsallığın ferdi öğüttüğü, bireysel itirazları ölçüsüz bir şiddetle bastırdığı bir vasattayız.
Toplumu teşkil eden sosyal yapıların sebep oldukları haksızlıklara fert planında karşı çıkabilmek için sadece zihni, ilmî, ahlaki ve maddi donanımımızın güçlü olması kâfi değil. Bunu yapacak cesaret ve motivasyona da ihtiyacımız var.
Elbette herkesin böyle olmasını beklemek gerçekçi değil. Toplumlarda bu vasıfları taşıyan az sayıda insan bulunur ama toplumun önünü açan da bu tür insanlardır.
Kanayan bir yara gördü mü ciğeri yanan, onu dindirmek için kamçı yemeyi göze alan, adam aldırma da geç git diyemeyen, çiğnense bile mücadele vererek hakkı tutup kaldıran kahramanların yetişmesine imkân verecek sosyal, hukuki ve ahlaki zemini hazırlamak en öncelikli hedeflerimizden biri olmalıdır.