Hakikati ararken: Masallar ve gerçekler
İnsanoğlu geçmişten günümüze hep “varlığı anlama” çabası içinde olmuştur.
Bu sadece toplumun akıllılarına mahsus entelektüel bir sancı değildir.
Neticede insanın nasıl bir dünyada yaşadığını anlaması, etrafında olup bitenlerin ve sosyal ilişkilerin mahiyetini doğru kavraması, varlığını sürdürmek için vereceği kararların, yapacağı tahminlerin, atacağı adımların doğruluğunda mühim bir rol oynar.
Hangi vahşi hayvana karşı hangi tedbirleri alacağımızdan, topladığımız meyveleri nasıl çürütmeden saklayacağımıza, mevsimin şartlarına nasıl hazırlanacağımızdan, salgın hastalıklar sırasında nasıl davranacağımıza, ailede, köyde, şehirde kiminle nasıl ilişkiler kuracağımızdan, kiminle dost olup kiminle savaşacağımıza, kimden korkup kime güveneceğimize varıncaya kadar her tahmin ve her karar, dünyaya ve hayata dair kuvvetli bir kavrayış geliştirmeyi icap eder.
Fakat beş duyumuzla algıladığımız dünyadan zihinlerimize akan veri çok fazla ve çelişkilidir.
O verileri işlemek, rafine etmek, kullanılabilir hale getirmek, her insanın kolay kolay başarabileceği bir iş değildir.
O yüzden pek çoğumuz, dünyanın karmaşıklığını çözmüş gibi görünen kimseler arasından kendimize yakın hissedip güvendiklerimizin peşine düşeriz.
Onların “çözümlerini” bir paket olarak alıp kendimize mal etmek kolayımıza gelir.
“Hakikat” diye benimsediğimiz şeyler, çoğu zaman, bizden daha akıllı, karizmatik ya da güçlü kimselerce kurgulanmış “anlatılar” ya da “hikayelerdir”.
Onların kendi perspektiflerinden bakarak yazdıkları, epeyce basite indirgenmiş bir hikayeyi, “hakikatin ta kendisi” olarak benimseriz.
Bunlar, gerçekliğin subjektif bir mercekten geçirilirken tahrif edilerek detaylarından arındırılmış, çözünürlüğü düşürülmüş yansımalarıdır.
Bir örnek verelim.
Mesela bizden önce atalarımızın neler yaşadığı konusu hem çok karmaşık hem de bugünkü kararlarımızı etkileyen mühim bir konudur.
Tarihte olup bitenlerin mahiyetine, kimin iyi kimin kötü, kimin haklı kimin haksız olduğuna dair pek az objektif delil ve pek çok rivayet vardır.
Bir kanaate varmak için çok fazla veriye ulaşmak, onları karşılaştırmalı olarak inceleyip analiz etmek, ciddi bir zihinsel emek sarf etmek gerekir.
Ama neredeyse hiç kimse, geçmişte yaşanmış bitmiş hadiselerin tümünü, detaylarıyla araştırmak için gereken maddi kaynaklara, zamana, sabra ve zihinsel kapasiteye sahip değildir.
Böyle olunca, çoğu zaman sadece duygularımızla bağlandığımız, kendimizi yakın hissedip güvendiğimiz kimselerin kurguladıkları bir tarih anlatısının iyice yüzeysel bir versiyonunu kendi gerçekliğimiz olarak benimseriz.
Yani güvenip inandığımız kimselerinin öznel hakikat algılarını ve inançlarını kendi hakikatimiz sayarız.
O hakikat diye benimsediğimiz “anlatı”, tabiatıyla delile ve tahlile dayalı, detaylı, hislerin çarpıtmalarından azade, nalına da mıhına da vuran bir anlatı olmaz. Daha çok, iyilerin bütünüyle iyi, kötülerin tamamen kötü olduğu bir masala, efsaneye yahut karikatüre benzer.
İnanıp hakikat saydığımız “anlatıya” uymayan, onun yanlışlıklarını, tutarsızlıklarını ortaya koyan ciddi araştırmalara karşı kalın duvarlar öreriz zihnimizde.
O anlatının belli bir kısmına odaklanan bir uzman “hakikatimizi” berhava edecek maddi delillerle karşımıza gelirse onu susturur, susturamazsak itibarsızlaştırırız. Söylediklerine kulaklarımızı kapatır, hakikat bellediğimiz “anlatının” doğruluğunu sorgulamaya asla yanaşmayız.
Peki, bu masallar diyarında hakikat arayıcısının yolu ne tarafa düşer?
Cevap, güvenli sahillerden ayrılmaya korkanların doldurduğu kalabalık kıyılarda değil, sıkıntılı açık denizlerde gizlidir.
Bu yolculuk, sürekli sorgulamayı, farklı perspektiflere karşı müsamahakâr olmayı, basit cevaplara şüpheyle yaklaşmayı ve bilinçli bir zihinsel çaba göstermeyi gerektirir.
Hakikat arayıcısı, hazır anlatıların rahat kollarına teslim olmak yerine, kendi ahlaki pusulasını ve eleştirel düşüncesinin yelkenlerini kullanarak bilinmez sulara açılmaktan çekinmez. Çünkü bilir ki, hakikat, hazır formüllerde değil, sürekli bir arayış ve keşif sürecinde gizlidir.