Hain üretme fabrikası
Sosyal medyada New York sokaklarında kaydedilmiş bir video düştü önüme. Siyonistlerin giriştiği katliamı pankartlarla protesto eden bir grup Ortodoks Yahudi’yle tartışan başka bir Yahudi, onları “hain” olmakla itham ediyordu. Başında şapkası, sırtında siyah cübbesi, kulaklarının yanından uzanan bukleleriyle çok daha Yahudi görünen Ortodoks haham da o adama birebir aynı ithamı yöneltiyor, “asıl hain sensin” diyordu.
Herkesin birbirini hainlikle itham etmesi bizde de çok yaygın.
Sosyal medya yorumlarımız, gazete yazılarımız, siyasi nutuklarımız “hain” ithamlarıyla dolup taşıyor.
Neredeyse herkes birilerini vatana, millete, dine, davaya, takıma, cemaate, partiye “ihanetle” suçluyor.
Gelin bu hain ve ihanet kavramlarını sosyolojik bir analiz için masaya yatıralım.
Hain kimdir? Neye ihanet denir? Kimin hain olduğuna kim karar verir?
Sosyolojide, kan bağı (aynı aileden, sülaleden olma) ya da mekan bağı (aynı köyden, kasabadan olma) ya da cemaat bağı (aynı yerel inanç grubunun müntesibi olma) üzerinden yürütülen ilişkilere birincil ilişkiler denir.
İnanç bağı üzerinden kurulan ilişkiler, yüz yüze olma vasfını kaybederse artık birincil ilişki olarak değerlendirilmez. Yani birincil ilişkilerin alamet-i farikası fiziki yakınlık ve birebir ilişkilerdir.
"İhanet", asıl anlamını birincil ilişkilerin belirleyici olduğu köylerde, kasabalarda, yerel cemaatlerde, kabilelerde, aşiretlerde kazanır.
Bir kişi, neredeyse tamamen duygular üzerine inşa edilmiş birincil ilişkiler çerçevesinde kendisinden beklenen davranışları sergilemediğinde buna ihanet denir.
İhanet, paylaşılan inançlara aykırı davranma halidir.
Yaptıklarımızı ihanet olarak niteleyenler öncelikle eşimiz, dostumuz, ana babamız, kardeşimiz, akrabalarımız, sonra kabilemiz (reisimiz), aşiretimiz (ağamız), cemaatimiz (hocamız) olur.
Ama kozmopolit şehirlerde yaşayanlar için "ihanet" diye bir şeyden bahsetmek çok anlamlı değildir. Çünkü şehirde temas ettiğimiz kişilerle irtibatımızı sevgi, saygı, hürmet, güven, sadakat gibi duygular üzerinden değil, resmi kanunlar, kurallar, sözleşmeler üzerinden kurarız.
Şehir, doğum yeri, dini, dili, ırkı, cinsel yönelimi farklı insanları bir araya toplayan bir yerdir. Hiçbir grubun “inançları” bu kozmopolit kitle tarafından bütünüyle kabul görmeyeceği için ortak payda toplumsal sözleşme olmak zorundadır.
Mesela malzemeden çalan bir müteahhide, daha çok kazanmak için hileyle ekmeğin gramajını düşüren fırıncıya, süte su katan bakkala, gereksiz ilaç yazan hekime "hain" demeyiz. Yaptıkları, kuralları ihlal etmektir sadece.
Köyden kente geçişin zihinsel transformasyonunu tamamlayamamış, taşralılıktan yakasını kurtaramamış kimseler, fiziken şehirde bulunsalar bile birincil ilişkiler düzeninin kavramlarını kafalarında yaşatmaya devam ederler.
Taşralıların biraz da dehşetle “kim kime dum duma” diye niteledikleri, işlerin ferdi tanışıklıklar üzerinden dönmemesine hayret ettikleri şehre intibakları kolay iş değildir.
Büyük şehirlerdeki gettolar, küçük cemaatler, tarikatlar, köy kasaba dernekleri, kente intibakta zorlanan taşralılara çöl ortasında bir vaha gibi gelir. O “kurtarılmış bölgelerde” fazlaca vakit geçirmek ise birincil ilişkilerin şehirde de belirleyici olabileceğine dair bir illüzyona sebep olur.
Şehirdeki taşralılar şöyle düşünmeye başlarlar: “Evet şehirde bizden çok farklı insanlar var ama atalarımızın kan dökerek elde ettiği toprakları soylu anne babalarından tevarüs edenler biziz. Hak inancın, doğru siyasi görüşün bayraktarı, bu toprakların gerçek sahipleri yalnız bizleriz. Ötekiler, önünde sonunda -güzellikle olmasa zorla- dize gelip bu açık hakikati kabul edecekler! Böylece önce şehrimiz, sonra tüm ülkemiz -olması gerektiği gibi- köyümüzün yahut cemaatimizin sadece daha büyük, daha kalabalık bir versiyonuna dönüşecek.”
Bu hayalle yaşayanların kendi kafalarındaki hayat tasavvuruna uymayan her tercihi “ihanet”, bunları yapan her kişiyi “hain” olarak yaftalaması gayet tabiidir.
Cemaatçi perspektifinden bakıldığında ülke adeta bir hain üretme fabrikası gibi görünür.
Bu konuya devam edeceğim.