Değişime direnen kendine zarar verir
Atalet (eylemsizlik) kavramı, Newton’un Birinci Hareket Yasasında kütlenin bir özelliği olarak ifade edilir: “Nesneler, dışarıdan dengelenmemiş bir güç uygulanmadığı, bir etkide bulunulmadığı sürece mevcut durumlarını muhafaza etme eğilimindedir. “
Duran bir şey kendiliğinden harekete geçmez, uzay boşluğunda hareket eden bir nesne, bir güç etki etmedikçe kendiliğinden yavaşlamaz, hızlanmaz, yön değiştirmez. Üzerine değiştirici güç uygulandığında ise -özellikle ilk anda- mevcut halini değiştirmemek için direnç gösterir.
Mesela donatılmış bir yemek masasının üzerindeki örtüyü büyük bir hızla çekerseniz tabaklar, bardaklar, çatallar, kaşıklar harekete direnir, tüm örtü altlarından kayıp gitse bile kımıldamadan durabilirler.
“Kütleler” ile “kitleler” arasında ve “fiziksel hareket” ile “sosyal değişim” arasında bir analoji kurarak şunu söyleyebiliriz: İnsan toplulukları belli yönde bir gücün (toplumsal değişimi tetikleyecek gelişmelerin) etkisine maruz kaldıklarında, mevcut hallerini değiştirmemek için direnç gösterirler.
Bir örnek verelim:
Henry Ford 20. asrın başlarında ilk otomobillerini ürettiğinde neredeyse hiç kimse onun atların yerini alabilecek yeni bir vasıta türü icat etmiş olabileceğine inanmamıştı.
Çünkü “iyi kişisel ulaşım vasıtası” denildiğinde o devrin insanlarının aklına yalnızca daha güçlü, daha hızlı ve daha güçlü atlar geliyordu.
Kocaman bir demir yığınının, bir atın yerini alabileceğine inanmak çılgıncaydı.
Fakat Ford, yoğun bir gayret göstererek toplumdaki yaygın kanaatleri değiştirmeyi başardı: Bugün artık herkes otomobillerin atlardan daha güvenilir, verimli ve çok daha iyi bir ulaşım alternatifi olduğunu biliyor.
İnsanların ufku genellikle sahip oldukları bilgi ve hayal edebildikleri imkanlarla sınırlıdır.
Çoğu insan “böyle gelmiş böyle gider” diye düşünme temayülündedir.
Toplumsal düzeni sağlamak ve korumak için nesilden nesillere aktarılan “statüko” zaman içinde bir çeşit kutsallık kazanır.
Alışkanlıkları terk etmek, konfor alanının dışına çıkmayı gerektirdiğinden rahatsız edicidir.
Her türlü değişim ve yenilik, belirsizliklerle kol kola geldiği için korkutucudur, kaygı vericidir.
Kitleleri daha iyi, daha verimli bir sosyal düzen kurulabileceğine, alternatif anlayışların mümkün olabileceğine ikna etmek zordur.
O yüzden büyük toplumsal değişimler öyle kolay gerçekleşmez.
Ancak, mevcut düzenine sıkı sıkıya bağlı olan ve değişimi sürekli reddeden toplumlar, kendilerine zarar verirler!
Çünkü böyle toplumların, yeniliklere onlar gibi direnmeyen ve değişime daha açık olan başka toplumlarla rekabette geri düşmeleri mukadderdir.
Değişmemekte ısrar etmek, ister istemez içine kapanmayı, izole olmayı beraberinde getirir.
Zira başını alıp giden dış dünyayla temas yüzeyini mümkün olduğunca azaltmadan statükonun sürdürülebilirliğine dair inancı korumak zordur.
Mesela Kuzey Kore gibi dış dünyayla irtibatı tamamen kesmedikçe, halkınızı atalarınızdan tevarüs ettiğiniz mevcut düzenin sürdürülebilir olduğuna ikna edemezsiniz.
Çünkü insanlar mukayese imkanı buldukça, dünyadaki içtimai ve iktisadi konumlarını, teknolojik gelişmişlik seviyelerini görüp kendilerini ve statükoyu sorgulamaya başlarlar.
Yaşadığımız çağda, baş döndürücü bir hızda ilerleyen teknolojik gelişmeler, küreselleşmeyi artık mecburi istikamet haline getiriyor.
Bu zamandan sonra “sosyal ataletin” kimselere faydası yok. Zaten istesek de istemesek de, bir noktada altımızdan kayıp giden zeminle beraber harekete geçmeye, değişmeye mecburuz.
Önümüzde iki yol var: Ya değişmemek için verdiğimiz beyhude mücadeleyi ümitsizce sürdürecek ve görmek, düşünmek bile istemediğimiz bir istikbale doğru sürükleneceğiz, yahut değişimin kaçınılmazlığını kabul edip hakikatle yüzleşecek, belirsizlikleri asgariye indirebilmek için kendimize bir yol haritası yapmaya çalışacağız.
Değişimi kabul etmemiz de kâfi değil! Toplumun “doğal” değişimi oldukça yavaş gerçekleşiyor. Bunu hızlandırmamız, dünyadaki değişim hızına ayak uydurmamız lazım.
Hızlanmak için de, statükoya meydan okuyan öncü liderlere ihtiyacımız var.