Anomiye düşen, sembollere sarılır
1940’ların sonlarından 1960’ların ortalarına kadar dünyanın en etkili sosyal teorisyeni sayılan Harvard üniversitesi profesörü, Amerikalı sosyolog Talcott Parsons,1954’te yayınlanan “Essays in Sociological Theory” kitabında yer verdiği, “Faşist Hareketlerin Bazı Sosyolojik Boyutları” başlıklı makalesinde, Nazi dönemi öncesinin Almanya’sında demokrasi ve sosyal yapıyı inceler.
Değerlerin ve normların aşırı yıprandığı "anomi" dönemlerinde dini tebliğ hareketlerinin ve kesin inançlara dayalı siyasi hareketlerin yaygınlaştığına dikkat çeken Parsons, bu dönemleri çok sayıda bireyin, kendisinin ve sosyal sistemin sıhhati için gerekli olan “istikrarlı kurumsal kalıplarla” ciddi seviyelerde entegrasyon problemi yaşadığı dönemler olarak tanımlar.
Parsons makalesinde anomi dönemlerinde öne çıkan iki toplumsal karakteristiğin altını çizer.
Bunlardan birincisi toplumsal hareketlerin yöneldiği hedeflerin göreceli bir istikrara sahip olması için duyulan yakıcı arzu ve ihtiyaçtır.
Ne olduğu belli olmayan, sürekli değişip duran, ya da tanımlı olsa da kendisine doğru ilerledikçe uzaklaşan, bir türlü varılamayan hedefler rahatsız eder herkesi.
İnsanlar, hayatlarındaki hedeflerinin ve o hedeflere giden yolların belirgin ve ulaşılabilir olmasını isterler.
Biraz daha karmaşık ve anlaşılması zor olan ikincisi ise, bireye ait hassasiyetlerin çevresinde kristalize olabileceği yeterince sağlam ve istikrarlı bir semboller sistemine duyulan ihtiyaçtır.
Parsons’ın ileri sürdüğü bu “sembolik sistemdeki kararsızlık” bileşeninin daha iyi anlaşılabilmesi için ülkemiz özelinde hürriyet, demokrasi, temel hak ve özgürlükler, bilim, bağımsızlık, adalet, kul hakkı, komşu hakkı, yetim hakkı, ahlak, millet, bayrak, vatan, ezan gibi sembolik kavramlara toplumun farklı kesimlerindeki bireylerce atfedilen manaların ve verilen kıymetlerin ciddi seviyelerde farklılaşmaya başlamasını örnek verebiliriz
Bu derin farklılaşma, simgesel sistemin dağılmaya başladığının işaretidir.
Bireyin en temel ortak kavramlarda bile uzlaşının ortadan kalkmasına verdiği tipik tepki, hiçbir kimseye ve fikre güvenemez olmaktır.
İnsan şahsiyeti, tutarlı bir değerler, hedefler ve beklentiler sistemi içinde, istikrarlı bir şekilde inşa edilemez hale gelmiştir.
Tutumlar, insanı adeta felç eden kararsızlıklar ve her türden vicdan azabı ile kendini tutma arasında gidip gelir.
Belirli hedef ve sembollere, makul olanın ötesinde bir nefret, bağlılık ya da coşku yükleyen, aşırı vurgulanmış klişe tepkiler yaygınlaşır.
Güvensizlik hissi yaygın olarak yüksek düzeyde kaygı ve saldırganlığa yol açar.
Kaygı ve saldırganlık hislerinin ikisi de önemli ölçüde serseri mayına benzer: hedefleri belirsizdir ve kolayca alakasız durumlara veya sembollere yönelebilir.
Öfke ve saldırganlık, geleneksel değerleri yıkacağı düşünülen rasyonel ve özgür (geleneğin sınırlamalarıyla kayıtlı olmayan) düşüncelerin ifadesini bulduğu sembollere yönelirken, tabiatıyla o değerlere abartılı bağlılık ve sadakat gösterileri sergilenir.
Bu da doğal olarak - Amerikan sağındaki anti-woke aktivizminde güncel bir örneğini gördüğümüz şekilde - entelektüalizm karşıtlığına evrilir.
Aşina oldukları değerlerin hızla anlamsızlaştığını, toplumun çürümekte olduğunu kuvvetle hisseden insanlar hayatı, ara tonlarından arındırılmış, tamamen iyi diye kucakladıkları ya da mutlak kötü diye düşman oldukları semboller üzerinden anlamlandırmaya başlar.
Mesela "kapitalizm" ya da “küreselleşme” gibi şeytaniliği, kötülüğü sabit düşmanlar, eski güzel değerlerden ayrıldığı ölçüde "çürüyen" modern toplumun halinin yegane müsebbibi görülür.
Herkesin ve her şeyin yerinin belli olduğu, dünyanın çivisinin henüz çıkmamış olduğu “o eski güzel günlere dönme”, bugün yaşanan kaosun sebebi görünen tüm kötülüklerin köküne kibrit suyu dökecek devrimci bir temizlikle (armageddon) tüm sıkıntılara son verme arzusu yükselir.
Nazi felaketini hazırlayan ortamla günümüz dünyası ve Türkiye’si arasındaki paralellikler çarpıcı.
Bu konuyu incelemeye bir sonraki yazımda devam edeceğim.