Akıl tutulması
Alman filozof ve sosyolog Max Horkheimer, muhafazakâr ve zengin bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1895’te Stuttgart’ta doğmuş. Dokuma sanayicisi olan ve oğlunun işlerini sürdürmesini isteyen babası 1910’da onu okuldan alıp yanında çalıştırmaya başlamış. Birinci Dünya Savaşı çıkınca Max askere çağrılmış ama fiziki yeterlilik testini geçemediği için orduya kabul edilmemiş. Bunun üzerine o da 1919’da Münih Üniversitesinde psikoloji ve iktisat eğitimine başlamış. Sonra da Frankfurt’a taşınıp felsefe ve psikoloji eğitimi görmüş.
Horkheimer’ın 1930 yılında müdürlüğüne atandığı, daha sonraları “Frankfurt Okulu” adıyla anılacak “Frankfurt Üniversitesi Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü”, nasyonal sosyalist parti güçlenip 1933’te Hitler başa geçince kapatılmış. O da bazı arkadaşlarıyla birlikte, Columbia Üniversitesi’nin enstitüyü Amerika’ya taşıma teklifini kabul ederek çalışmalarını Amerika’da sürdürmüş.
2. dünya savaşının ardından Almanya Nazi belasından kurtulunca, 1949 yılında enstitüyü tekrar Frankfurt’ta taşıyan düşünür, Marksist teorinin, pozitivizmin, sosyolojinin, modern toplumun ve kültürün eleştirisi gibi konulara odaklanmış.
Horkheimer’ın en meşhur eserlerinden birisi “Akıl Tutulması” (Eclipse of Reason) başlığını taşıyor.
Akıl ve aydınlanma tarihini, Avrupa’da faşizmin yükselişini ve ABD’de bireyci anlayışın geldiği noktayı eleştirel olarak ele alan bu eserinde Horkheimer genel olarak pragmatizmi eleştiriyor. Hurafeye ve nesnel akla karşı bir mücadele olarak gelişen Batı düşüncesinin insanlığın kucağına bıraktığı ciddi problemlerle işaret ediyor.
Aklı, bir zamanlar yalnız bireyin zihninde değil, aynı zamanda nesnel dünyada, yani insanlar arası ve sınıflar arası ilişkilerde, toplumsal kurumlarda, tabiatta var olan bir kuvvet olarak görürken, artık nasıl tamamen ferdin zihninin sınırlarına hapsettiğimizi, akıl denince şahsi çıkarlarımızı korumak için gereken kurnazlıklardan başka bir şey anlamaz hale geldiğimizi anlatıyor.
Horkheimer çok temel bir soru soruyor:
Akıl dediğimiz şey, sadece tek tek bireylerin zihinlerindeki, baştan kabul edilmiş amaçlara ulaşmak için seçilen araçların yeterli olup olmadığını anlamaya yarayan yeteneklerden mi ibarettir yoksa fertlerin akıllarının üzerinde ve onların ferdi çıkarlarından bağımsız bir akıldan bahsedilebilir mi?
“Akıllı” sıfatını, kendisine bahşedilmiş düşünme, akletme cihazını, hayatını ve çıkarlarını korumak, önüne çıkan fırsatları kullanarak imkânlarını genişletmek için kullanan kimselere layık görürüz. Fakat insan sosyal bir varlık. Toplum içinde başka kimselerle (öznelerle) bir arada yaşamaya mahkûm. Bu durum, “aklın” tanımı üzerinde biraz daha düşünmeyi gerektiriyor.
Mesela yakalanmamasını garanti eden “dahiyane” bir planla rakibini öldürüp mallarını gasp eden, yahut orman arazisi yakarak müstakbel oteline yer açan fert, kişisel çıkarlarını korumuş, imkânlarını genişletmiş, bireysel açıdan “akıllıca” (rasyonel) bir hareket yapmış olur. Ama toplum perspektifinden bakıldığında bu yaptığı hiç de “akıllıca” değildir. Çünkü o seviyede “akıllıca” (rasyonel) olan, herkesin birbirinin hakkını tanıması ve gözetmesidir.
“Toplumsal açıdan rasyonel olan” her zaman “bireysel açıdan rasyonel olanla” örtüşmez; hatta bazen ters düşer. Horkheimer, kitabında bu konuya ilişkin olarak ABD’de “Tek kılavuzumuz deney olmalıdır. Akıl bizi yanlış yola çekebilir. Zencilerin köleliğinin adaletsiz olduğunu kabul etmiyorum; âdildir, akıllıcadır ve yararlıdır… Zencilerin köleliği... bir doğa takdiridir...” diyen bir politikacıyı örnek gösteriyor.
Bizde “inandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” diye güzel bir söz var ya, belki Horkheimer’ın bize anlatmaya çalıştığı biraz da bu.
Kendi aklımızın üzerinde bir akla inancımızı kaybettik.
O inancın yerine rasyonel düşünceyi koyacağız derken, bir baktık şahsi çıkarlarımızı koymuşuz.
Zihnimizin ürettiklerinin dışında bir gerçeklik tanımaz olduk.
“Kime inanmayı seçersek tanrı odur” dedik.
Çıkarlarımızı put, aklımızı o putun hizmetkârı ettik…