Yanarım yanarım kaderime yanarım
Kış bir türlü gelmiyor. Ne doğru dürüst soğuk var ne de yağış. Kardan vaz geçtik şöyle hışımlı yağmurlara bile hasretiz nicedir. Coronavirus günleri üstelik. Korku kadar belirsizlikte yayılmış her yöne. İnsanların başları önde. Bir şey mi yitirdiler? Ayak uçlarında kara bir boşluk mu var? Ürkek, amaçsız adımlar. Bazı yerlerde kalabalık artıyor ancak şaşkınlık hakim her tarafa. Eminönü’nde inmiştim Kadıköy vapurundan. Yürüdüm. Yukarı. Büyük Postane arkamda kaldı. İstanbul Erkek Lisesi’ni soluma alarak Türk Ocağı Caddesine yöneldim. Düyun-ı Umumiye binası olarak yapılan ve Ahmet Haşim’in de bir süre çalıştığı bu mağrur yapının hemen yanına gecekondu çabukluğuyla yeni bir bina dikilmiş. Esnaflara sordum. Lisenin yurdu olacakmış. Köşedeki zarif Hoca Kasım Günani Camii ile görkemli bina arasından fırlamış bu yapı en tepeden İstanbul’a bakacak bir de iyi mi? Biraz yukarıda, bir zamanların Cumhuriyet Gazetesinin yerinde yeller esiyor. Otopark şimdilerde. Otel olacakmış. Lisenin uzun ve yüksek duvarı boyunca yürüdüm. Sert duvarlar. İçeride eğitim yok. İnsan sesi yitik.
İran konsolosluğunu ( burası konsolosluğu aşar her zaman) geçerken önünde bekleşen insanlara baktım. Bir tedirginlik. Aman bir aksilik çıkmasın hali. Görevlinin ağzına bakıyor herkes. Evrak bir kağıt parçası olmaktan çıkıp iradenin kılıcına dönüşüyor. Devletler hep böyle mi dünyanın her yerinde? Soğuk. İlerledim adım adım. Her köşede yılların çağrışımı. Bu saptığım Ceridehane sokağında mesela Fatih Gençlik Matbaası vardı. Ön tarafı Milli Talebe Birliği. Bu matbaaya az mı girip çıkmıştım? Şimdilerde masal olmuş tipo baskı tekniği kullanılırdı. Erimiş kurşun kokusu. Sıcaklık. Gençlik. Heyecan. Dergi yetişecek her hafta. Dirilecek insan, dünya! İşte sonunda Cağaloğlu Meydanı, Cezeri Kasım Paşa Camii. Açılışı nasıl da olay olmuştu. Vilayetin önünden Divanyolu Caddesine kadar cemaat. Hürriyet Gazetesi’nin önü insan seliyle kesilmiş. Yakınlarda, Milliyet, Günaydın. Daha aşağıda, Kumkapı’ya yakın Güneş…Ciltçiler, kalıpçılar,kırtasiyeciler, kitapçılar, matbaalar, Babıali…Kayıp yüzlerce insan yüzü...
Her adımda önümden anı kuşları kalkacak gibi bir duygu. Bir kalem kutusunun içinde sivrilmiş kurşun kalemler. Yaz diye fısıldaşan. Ve Molla Fenari mescidinin önündeyim. Minaresi ne zariftir. 14. yy duygusu verir bana. İbn-i Arabi’nin külahı mı o yoksa? Minare ile yarışır bir dut ve çınar ağacı var burada. Bir de ıhlamur. İri ve ballıdır beyaz dutları. Yüksek olduğu için kimse ulaşamaz. Yaz boyu altını ıslatır ağaç. Boydan sınırını geçince, minarenin boyunu gölgeleyince, boynu vurulur hepsinin. Çınara iltimas mı geçilmiş bu kış? Dut eski mezar taşları ile bir. Bu taşlar aynı zamanda IDJTIHAD EVİ’ne de bakar Abdullah Cevdet’in. Eski bir sporcu yaşıyor içinde. Ona miras kalmış. Altında Balkan kökenli kardeşlerin işlettiği bir bakkal vardı. El değiştirdi bakkal. O aydınlık yüzlü insanlar yok. Yine de merak ederim, gece olunca, buradan iyice el ayak kesilince, bu taşlarla bu büyük ev ne konuşurlar neyi susarlar acaba? Bunu kimse bilemez.
Zihnimde bütün bunlar kaynarken bir ses ve sesin sahibi hepten her yeri doldurdu. Otuz yılı ters yüz ediverdi. ‘Yanarım da ben ömrüme yanarım/ Geldi geçti hayal gibi düş gibi/ Boşa geçmiş ömrüm ona yanarım’ diye biri yürüyordu işte önümde. Sesin acemi, pütürlü, pervasız bir edası vardı. An içinde saplandım kaldım. Onu tanıyordum. Otuz yıldır o da buralardaydı. Kalın çerçeveli gözlükleri, ağarmış saçları, görmüş geçirmiş bakışları ve derin çizgilerle gönenmiş alnıyla biliyordum işte. Esnaftı. Sigarasına inadına ve umutla soğuk havada tutunmuştu. Yüksek sesle tekrar ediyordu ‘yanarı…’ Mezar taşlarının üstünden iri bir damla su ağdı. Onlar yumuşadılar, sanki eridiler. Bir kuş tüyü bu sesin rüzgarından karşıdaki okul duvarına gömülmüş eski çeşmenin üstüne kondu. Ses duman oldu havayı kapladı.
İnsan her şeyin sınırına vardığında ya bir türküye tutunur ya bir şiire. Kişinin meşrebine göre değişir bu tutunuş. İç dünyasında bizim hiç bilemeyeceğim nice ağaç yanıyordur. Bir meczup olmadığından ve budala bir neşe ile ipin ucunu kaçırmadığından eminim. Türküyü söylerken anlamı üzerine kafa yormadığı da belli. Zamanla edinilmiş hayat tecrübeleri ve onların ruhta bıraktığı tortu ağızdan ses olup dökülüyordu. Türküyü ve adamı geçtim. Böyle bir türkü var mı ayrıca? Muhlis Akarsu ‘Yanmanın’ acısını vurmuş muydu saza? Ya adam? Var mıydı böyle biri? Ya buralar, bu sokaklar, bu isimler? Ya ben?