Sürekli kazananların yoksulluğu üstüne...
Bırak üstünde birkaç diken kalsın, temizleme. Zaten kimsenin eliyle oradan tutacak hali yok’ diyor adam çiçekçiye. Meraklı kaşları yukarıda, tombul ve yumuk eliyle tuttuğu bıçağı tezgaha bırakan çiçekçi ‘dokuz mu on dokuz mu?’ olacaktı diye soruyor. ‘On dokuz olsun ama dikkat edelim pörsümüş, yaprağı ucundan kararmış, şevki çekilmiş olmasın aralarında, ok gibi dizilsinler yan yana’ diye teyit ediyor adam. Çiçekçi bir şey soracakmış gibi ağzını hafif ayırıyor sonra da vazgeçiyor. ‘ Durun şu mat jelatini kullanayım onların arasında beyaz daha çapkın durur’ diyor. Aslında çapkın değil güzel geçiyor ilkin zihninden fakat az önce sormak istediği şeyi tuhaf bir çeviklikle bu kelimenin karşıladığını fark ediyor. Pekala on dokuz değil de dokuz olsa daha şık olurdu demek isterdi ama adamın ilgisizliği onu geri çekiyor. Hem böylece on beyaz gül daha fazla satacak. Alıcı kravatını gevşetiyor. ‘Tamam mı, oldu mu buket? Ne kadar tuttu’ derken çoktan fazlaca miktarı çiçekçiye uzatıyor. Kucağında on dokuz terü taze beyaz gül biraz yürüyor adam. İçinde birini ziyaret etmek isteği kabarıyor ama kimseyi bulamıyor. Eski sevdiklerinden hiçbiriyle görüşmüyor. Babası erken öldü. Annesi şehrin ücra mezarlıklarından birinde yatıyor. Şık bir kafeye giriyor. Tenha bir köşe bulup oturuyor. Masanın üstünde soran gözlerle bakan on dokuz beyaz gül. Bir bilmece gibi kapalı dudakları güllerin. Garson kız gülümseyerek yaklaşıyor. ‘Bir sade kahve yanında da güllü lokumu olsun mümkünse’ diyor.
Kahveden önce güllü lokumu ön dişleriyle hafifçe ısırıyor adam. Uçuk ve salık kırmızıya sinen bu kokuyu çok seviyor. ‘Beyaz gülden niye yapmazlar şu lokumu. Onun da mis kokulu olanı var oysa’ diye düşünürken, en son ne zaman gerçek bir kırmızı veya beyaz gül kokladığı sorusunun zihninde karşılığını bulamıyor. Çocukken gittiği okulun tam karşısında şelale gibi akan bir beyaz gül tarhının olduğunu hatırlıyor. Yanından geçerken adeta sinesine çekip de hiç bilinmedik sırları fısıldayacakmış gibi aktığını duyuyor o güllerin. Ne oldu o güllere? Gül şelalesinin bulunduğu avluya girip çıkan şen gülüşlü genç kızlar nerelere gelin gittiler? Arıyor, karşılığını bulamıyor. Yerli yerine oturtamıyor hiçbirini. Kahvesinden bir yudum alıp dışarı bakıyor. Orta yaşlı bir kadın süslü köpeğiyle konuşa konuşa ilerliyor. ‘Gül kızım, güzel kızım’ diye okşuyor kadın köpeği. Mini dili dışarda, gözleriyle soluyor adeta mutluluktan köpek.
Adam uzun, çok uzun süredir yalnız yaşıyor. İş ve okul arkadaşlarıyla korumalı mesafede. Biraz mesafeyi daraltırsa işlerin çığırından çıktığını herkesin kendi çıkmazını muhatabına dayattığını tecrübe edeli çok oldu. Fakat içten içe istiyor dost olmayı. Yakınlıklar içinden ilerlemeyi. Mizacı değil hayat kapatıyor kendisine onu. Bir tereddütün gelgitinde tek başına ping pong oynar gibi. Topa hem vuruyor hem karşılıyor. Alıştı buna. Sevdi sonra da. Fakat aslında…
Aslında gençliğinde hayli idealistti. İdealizm de kan grubu gibidir ve yapısıyla bedeni ve ruhu mutlaka etkiler. Babasının erken ölümü onu biraz yıkmıştı ama annesi bir hayat filozofu gibi neşesini ayakta tuttu. Başarılı bir öğrencilik yaşadı. Okulu bitirince iyi maaşla itibarlı bir kurumda çalışmaya başladı. Kimsenin parasında pulunda, makamında koltuğunda gözü yoktu. Zaman geçtikçe her yerde takımla avlanmak geleneğinin olduğunu gördü. Mamut avına çıkan ilk insanlar gibi grup gruptu herkes. Av sonrası bölüşme yapılıyordu. Avsız dönülmüşse bir sonraki avın yeminlerine girişiliyordu. Ona da en azından bir gözcülük karşılığında küçük bir parça düşerdi. Tütsülenmiş kutsal av etinden bir parça. Belki dışarıda kalmamak hayatı kendi normalinde sürdürmek için buna razı olabilirdi. Her av sonrası daha büyük av konuşuluyor büyük büyük parçalar saklanmaya başlanıyordu. Her kazanışta iştah ve yoksulluk daha da artıyordu. Henüz hiç parça alamamış olanların çembere dahil olmasıyla av şöleni daha da büyüyordu. Av da avcılık da ona göre değildi.
İnsan dişinin kurt dişinden daha keskinleştiği bir yerde çocukluğa dönüp beyaz gül şelalesinden bahsetmenin anlamsızlığını görmekte gecikmemişti. İdealizmi - ki toplumsal ve birlikte iyileşme isteği demekti onun için- kendisine indirgedi. Götürecek kimsesi olmasa bile on dokuz beyaz gül aldı sıklıkla kendisine. Son yudumunu zevkle çekti kahvenin. Yavaşça kalktı. Hesabı ödedi. Çıktı. Arkasından garson kız bağırdı; beyefendi gülleriniz. Sağ elini yukarı kaldırdı. Geri dönmeden, ‘eve götürün’ dedi. Hızla kayboldu.