Nereye gidelim?
Bunca çağrı arasında nereye gidelim diye sormak tuhaf değil mi? Ancak şaşkınlar, aklı karışıklar, ne yapacağını kestiremeyen iş bilmezler böyle sorar herhalde! Ses istasyonları, mağaza vitrinleri, şık kafeler, dünyanın bütün tatlarını getirdikleri iddiasıyla dolup taşan lezzet durakları, yemek yarışmaları, baldır dolu ekranlar, hafta sonu kendine bir iyilik yap diye göz kırpan tatil reklamları, geç kalma diye uyaran chek-up bildirileri…Cep telefonunu açar açmaz düşen mesajlar, internette herhangi bir yazı okumaya koyulduğunuzda daha ilk paragrafa gelmeden dört bir yandan sıçrayan ilanlar. Hepsi hepsi çağırıyor. Bana gel. Hadi bana gel. Sana, bütçene, arzu ve hayaline, boyuna posuna, ensenin kalınlığına alnının düzgünlüğüne, kaşının yayına, ağzının kıvrımına, göbeğine, bel kalınlığına, bilek uzunluğuna, adım genişliğine hasılı, sen var ya sen, bana gel. Sana göre çok şey var bende. Ben sana layığım. Seni bilmem ama hala neden vakit kaybediyorsun haydi, durma gel. Tıkla, bak, adım at, niyet et, ağzını aç, dişini sık. Dilini şehvetle ağzında dolandır. Yum gözünü.
İnsan bir yere gitmek istemez mi? Şöyle deniz gören bir zeytinlikte rüzgarda eğleşirken cilveleşen zeytin dalları arasında bir saat dahi olsa dinlenip düşünmek istemez mi? Şöyle yol vurup Trakya’ya doğru, Istrancaları hedefleyerek, orman gülleri düşleriyle, içinde Traklardan miras coşkuyla, pespembe bir Çingene zurnası sesiyle gülümseyip geçmek istemez mi? Ya da tavanlarından salonlarına, geçitlerinden avlusuna değin kitap kokusu sinmiş dingin bir kütüphaneye dalıp nadir bir kitabın sayfaları arasında yol almayı dilemez mi? Leonardo da Vinci 2. Beyazıt’a İstanbul’a tünel planlarını Haliç’in hangi noktasından hangi yakasına doğru kurmuştu, gidip o planın güzüyle bir dolaşsam ne olmuş ne değişmiş demez mi? İnsan diyen ve isteyendir fakat insanın dileyip de istediği pek çok şey onu çağırmaz. Gitmek bedel ister. Tellallık insan kadar eski. Tellanın niyeti bellidir.
En son horoz sesini ne zaman duymuştunuz? Bir başına çağlayıp akan çeşme sesini? Bir kaplumbağanın dünyaya müstağni başını geri çevirmeden gidişini ne zaman görmüştünüz? Nisan yağmurunda iliklerinize dek ıslanıp yağmur sonrası dikilen gökkuşağına doğru koşuşunuz ne gündü? Taş bir ocakta çıtır çıtır yanan meşe kokusunu içinize çektiğiniz vakit nereye gitti? Yeni yıkanmış sakız beyazı çarşafların asıldığı mis gibi kokan sokaktan geçtiği günü hatırlayan var mı? Bunlar son derece romantik ve gerçek dışı şeyler diyecek birileri ağzının kenarına küçümseyici bir leke sürerek. Öyle ya şimdi, bedeli karşılığında dilediğiniz şeyi yiyip istediğiniz şeyi koklayabileceğiniz organik bölgeler, köyler yaşam alanları var. İnsanın tabiatı, asit, kir, yağ, oksit, asbest, ruh krizi, plastik, yapay vakit olduğu için yaşadığına razı olması gerekir. Doğal olan, parası olanın, atadan dededen beri arslanlar gibi çarpışıp da malı mülkü, gücü serveti yığanın hakkıdır. Alt katlar, fare cinsi sıradan varlıkların hakkıdır. Artık olan neyine yetmez sürünün?
Sokağa çıktığınız ilk adımınızı attığınız andan itibaren her şey çağırmaya başlar sizi. Şuraya bak, şuraya otur, şuna el uzat, bunu not al, ha bu mu varmış, orası yeni mi açılmış? Renkler ne güzel. Yok yok yok. Her ama her biçim, her ayrıntı her şekil sizin için tasarlanmıştır. Siz insan olarak en kısa zamanda en kolay biçimde aklı çelinip elinden parası çekilmeye layık kişisiniz. Bak şu AVM’ler, bak şu indirim oranları, ya şu kredi imkanları, şu taksit sayıları, şu saç rengi, şu rimel, şu paça şekli, şu omuz hizası, şu çıtır tat, şu göz camının ışıltısı, şu, şu,şu dört köşeli şakıyış, esnek ve rahat ölçüler, sırtımızdaki yükü hissedip de el uzatan kaçırılmayacak fırsatlar…
Çok şanslısınız. Şansınız varlığınızın ırasından süzülen oluşun damlasıyla ilgili değil. Şansınız ihtiyaç duyduğunuz kaçınılmazlığın payınıza düşen kumaşla ilgili değil, bir arzu, bir niyet, bir düş, bir düşünce sahibi olarak taleplerinizin doğasıyla ilgili değil. Nereye gidelim, nereye gideyim diye eğer bir kere içten ve gerçek bir soru sorarsanız kendinize, tıpkı ihtiyaç duyduğunuzda taksi bulamayışınız, hastahaneye gidip hakkınız olan sağlık hizmetini alamayışınız, mahkemede zamanlar içinde yitip gitmeniz gibi, bir kere, alıp başınızı dağa ovaya, kokulu ayvaya veya sakin bir deniz kıyısına gitme ihtiyacı duyduğunuzda, sadece cebinizdeki paraya göre gitme hakkınız olduğunu fark etmenizdir. Bunca gitmek arasında gidememek? Nedir?