Lahana kafa…
Sebze ve meyvelere düşkünlüğümü hiç saklamadım. Sadece yemek için değil, renk, koku, çiçek hatta duygu yanlarıyla da yakından ilgilendim. Lahana da onlardan birisi. Çocukluğumun geçtiği yerde kış biraz da lahana demekti. Çarşamba Çayı’nın beslediği alüvyonca zengin topraklarda alabildiğine gevrek ve lezzetli lahanalar yetişirdi. Mat kül grisinden bulanık koyu kurşuni renge kadar dalgalanan ince dış yaprakları içe doğru kat kat açıldıkça rengi durulanır, hamamdan yeni çıkmış bir güzel beyaz alacasına bürünür en sonunda da kıvrım kıvrım yapısıyla gönül okşardı. Bir koca lahana geniş sininin ortasına yayılıp sonra haşlandığında bambaşka bir havaya bürünür, sarılıp içine alacağı içlerin hazırlanmasını sabırsızlıkla beklerdi. Annemin biraz da çenesiyle söylediği yarım türküler eşliğinde kağıt gibi düzleşmiş el büyüklüğündeki yaprakları sarışını dikkatle izler, sabırsızlanırdım. Hele dibi birazcık yanmış lahana dolmasına bayılırdım. O yabani ve eşsiz kokusunun hayallerine dalardım. Turşusu ve kapuska yemeği yanında Rusların meşhur borç çorbasına sonradan zaman zaman gönül düşürsem de lahana dolmadır benim için. Sıcak soğuk ayırmaz bir çocukluk arkadaşıyla buluşmuşçasına yanına otururum.
Sonradan bu güzel çiçeğin, pekala çiçektir aynı zamanda, Osmanlı’da, Yeniçeriler arasında sembol olarak kullanıldığını öğrenince hiç şaşırmadım. ‘Mesnevi okuma ve pilav yeme’nin yanında elbette böyle huyları olur bir toplumun. Kaynakların yazdığına göre, yeniçeriler talim sırasında ‘lahana ve bamyacı’ olmak üzere ikiye bölünür kendi aralarında rekabet ederlermiş. Güya makbul lahana Merzifon onun rakibi makbul bamya da Amasya’dan gelirmiş. Bamyanın hünerlerine ayrıca eğilmek gerekir ama şimdi lahanayı anışımın sebebi bambaşka. Vaktiyle, TRT’nin İstanbul kültürüne çok değer kazandırmış değerli yönetmenlerinden Tanju Kurtarel ile çalışmış ve İstanbul’u dere tepe, mahzen mahzen dolaşmıştım. Onun çektiği ‘Yedi Tepe Yedi İklim’ belgeseli arşivlerde görsel bir tarih hazinesi olarak duruyor. Bir seferinde yolumuz Çengelköy’e düşmüş ve oradaki ‘lahana kafa’ çeşme ile buluşmuştuk. Asıl ismi Serkavas Ahmet Ağa çeşmesiymiş. Ben içimdeki bu lahana tutkusu sebebiyle ayrıca ona bağlanmış ve hikayesini dinleyince bu bağlılığım daha da artmıştı. Bir vesileyle yolum oraya düştüğünde bizim çeşmeyi ziyaret eder, sessizce karşıdan izlerdim.
***
Geçtiğimiz hafta bir gazetede yer alan bir habere göre bizim çeşme yeni İstanbul haramilerinin boğazına batmış. ‘165 yıllık lahanacılar çeşmesi yıllar içinde plansız ve izinsizce yapılan çevre düzenlemeleri nedeniyle önce kaldırım taşlarının altına gömüldü. Yeniden girişilen çevre düzenlemesiyle boylu boyunca gün yüzü görebilen çeşme, etrafındaki çalışmalardan etkilenmemesi için şimdilik kartonlara sarılmış duruyor’ ifadelerini okuyunca aklıma, halkımızın yağmur ve doludan arabaların korunması için buzdolabı kolileri ve halılarla yaptığı ve bienal sanatçıların kıskandıracak derecedeki absürt görüntüler geldi. Kimin aklına düştüyse, çeşme boydan boya koli ile sarılıp bantlanmıştı. Gazete 165 yıl önceki önü mini mermer yalaklı görüntü ile bir mafya tarafından cezalandırılmak için adeta kaldırıma gömülmüş bir adam izlenimi veren sonraki resmini ve şimdiki halinin fotoğraflarına yer vermişti.
Mermerden kartona evrilen uygarlık anlayışımız böylelikle bir kez daha belgelenmiş oldu. Oysa o çeşmeyi ilkin ve özellikle varoluşunun sebebiyle korumak ve böylesi tesadüflerin insafından korumak gerekirdi. Belki de dünyanın pek az yerinde bulunabilecek ve üstelik, rekabet ve spor gibi evrensel kodları da bulunan bir çeşmeyi bu hale sokmak bize özgü absürtlüklerden birisi olabilir. Bir tür dolaylı insan heykeli hüviyeti taşıyan, yekpare mermerden yapılması ve süsten ve gösterişten uzak duruşuyla ebedi bir tabiat sırrı fısıldayan bu çeşmeye ne yapılacaksa bir karar verilmeli, caddeden geçen bir arabanın şiddetinden onu korumalı. Müzeye kaldırılsın demek istemiyorum ama böyle her fırsatta bir şamar oğlanı gibi o şekilden bu şekle sokulması da öğrenmeli.
Herkes lahanayı benim kadar sever mi, onun halleri üstüne kafa yorar mı bilmiyorum ama gözyaşartıcı bir tarihselcilik dalgası almış başını gidiyor. Anlı şanlı padişah ve paşalar değil tarihin asıl kahramanı böylesi mütevazı yapılar, eserlerdir desem, bilmem ki…