Kudüs...

Kudüs’ü gördüm. Sokaklarında dolaştım. İnsanlarına merhaba dedim. Mescid-i Aksa’nın avlusundan göğe baktım. Bir kere buradan göğe bakan kişi sonsuza kadar göğe yükselmeye inanır. Kendiliğinden inanır. Muallaka Taşı’nın önünde suskun zaman geçirdim. Yukarı ile aşağı arasındaki mesafeyi ruhumla bilmeye çalıştım. Zeytin Dağı’ndan Kubbet’üs Sahra’nın altın sarısı yanışını seyrettim. Önümde bir mermer ölüm gibi kıvrılan Kidron Vadisi’ne daldım uzun uzun. Ölüm kıyamet adına büyük pahalara satın alınırmış. Önümde birer uzun saçlı ve sakallı kara keçiler gibi zıplayan insanlardaki bu gözü karalığı düşündüm. ‘Ve Rab ağladı!’ ‘Quo Vadis!’ nidasıyla Getsamani bahçesindeki zeytinliklerde biraz dinlenen Meryem oğlu İsa’nın son hüznünden bir koku aradım boşlukta. Roma’nın bir devlet olarak ayak sesleri ile ihbarcının nefesi sarmalanmış uçuyordu havada. Aşağıda, soğanlı kubbeleriyle parlayan ve insana bir şato duygusu veren yapı karşısında gülümsedim. Ama yine de sırtımda, kemiklerimde, dizlerimdeki sızıda Cemal Paşa’nın karargahına yığılan bozgun ruhunu ensemde hissettim. Kudüs, baktığınız her noktadan tek bir şey değildi. Hava bile yoğun hissedilir.

***

Bir akşam namazı vakti avlusuna heyecanla girdiğim geniş bahçede, Kubbet’üs Sahra’yı ‘Yasin Suresi’yle kuşatan Muhammed Şefik Efendi’nin’ hatlarının şevkine kapılmıştım. Mavi turkuaz olmuş öpüşüyordu gökle sessizce. Biraz ilerde, Ağlama Duvarı’nı aslında ayakta tutan, garip bir cilveyle birbirine tutunan Mescid’i Aksa’da şakıyan zaman, bir tanıdık şiiri kelime kelime dağıtıyordu kuşların ayaklarında. Zihin ani bir kıvrılışla geri dönüyor, Ağlama Duvarı’nın önünde, duvarlardaki gözeneklere sıkışan kağıt yangınlarını hatırlıyordu. Bir kadim suçu hatırlamışçasına sırtından sıçrayan insanlar gördüm. Burada ne an ne de hafıza bir salise boş kalacak kadar özgür değildir.

Yüzyılın başında bir çöl kasabası bile sayılmayan hele hemen dibindeki Yafa karşısında ismi bile anılmayan Tel Aviv’in nasıl da çekip çevrildiğini, dünyadan akan para ile çatılıp kuruluşuna hayret ettim. Tabii ki, Yafa’nın Akdeniz’e göğsünü açmış kıyılarında, uzaktan köpürüp gelen denizin tuzunu hissettim. Biraz içeriye, Yafa’nın ara sokaklarına daldığımda, tavla şakırtılarına karışan Türkçe kelimelerin çekimine kapıldım. O zaman İstanbul’un ne kadar eski bir insan ve kültür merkezi olduğuna bir kere daha şahit oldum. Şiir olan böyledir sizi sesiyle bulur.

İkiye parçalanmış gibidir her şey burada. Gök bile bir saatten sonra gerilip yırtılır, vakit sert bir kütleye dönüşmeye başlar. Kilometrelerce uzayan utanç duvarları bir hırsızın farkında olmadan peşinden sürüklediği ipe benzer. Hele, El Halil’e gidip de, bir peygamberin, Hz. İbrahim’in türbesinin iki girişle ayrıldığını gördüğümde burada aklın değil merhametin de devreden çıktığını, şiddetin İsrail askerlerinin sırtlarına yüklenmiş son teknoloji silahlarla kabuk bağladığını sandım. Utanç duvarlarının iki tarafında aynı kuşun birbirinden kopamayan kanatları çırpınır hep.

Bir otel görmüştüm. Duvarlarına Hz. Süleyman’ın hüthütlerini resmettirmişti. Aşık olunan bir kadın vardı. Aşağıya, Kudüs’ten ayrılıp metre metre eksi yüz, eksi iki yüz levhalarına baka baka Lut çukuruna doğru inerken, çölü ve hüthütü karşılaştırdım. Osmanlı askerlerinin konakladığı Eriha yakınındaki kervansaray bir soluklanma ve yokluğu hissetme durağıydı. Eksi 420’ye inildiğinde tuzlu ve çamurlu su her şeyi kaldırmaya çalışıyordu belki ama, uzak kıyılarda titreşen ölümün kokusu döne döne Kudüs’e varıyordu. Belki de bir an Eriha girişindeki çiçek şelaleleri insana ferahlık verebilirdi ama bunca peygamberin ve kutsal mekanın ruhaniyeti barışı bir kelime olarak bile un ufak etmişti. Oysa bir peygamberin geçtiği şehir sadece şehir değil doğa üstü bir emanettir.

***

Beytlehem’de, Hz. İsa’nın doğduğu mağarada birkaç kez şiir çapağıyla karşılaştım. Kapısından tevazuyla ve eğilerek çıkıldığını yazan Divan şairinin mısraları olmasaydı belki kendimi yapıların çağrısına kaptıracaktım. Ama daha içeride, Elem Yokuşu’ndan ağır ağır çağıran şehrin, Kudüs’ün kendisi vardı. Yeryüzünde hiçbir şehir, hiçbir toprak parçası bu kadar anahtarlarla, eşiklerle, duvar ve köşelerle paylaşılmamıştı. Nereye döneceğimi, hangi dilin kılavuzluğunda ilerleyeceğimi, hangi yoksul hüznün hangi köşeden karşıma çıkacağını kestiremiyordum. Üzüm bile desem en az yüz yıllık ağırlığı olan hüzün çıkıyordu ağzımdan.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum