İnsanın çok az yaptığı bazı iyi şeyler üstüne...
Bir bardak gerçek demlenmiş çay ne kadar çok az bulunuyor artık. Aşkla içilecek çayın yetiştirilip harmanlanmasından kullanılacak suya, havadan şekere fakat asıl niyete kadar hemen her şey yerinden edilmiş, karartılmış durumda. Bir vakit bir kuş yumurtasını tutarcasına hakiki bir bardak çayı avuçlarımıza almanın sevincini tadınca şaşırıyor, hâlâ insanın çok az yaptığı iyi şeyler olduğuna inanmaya devam ediyoruz. Oysa ne çok çaydan konuşuluyor her yerde! Reklamlar, market rafları, sohbet araları en çok da sabah saatleri onun varlığıyla dolu. Sorsanız en yakınınıza şöyle huzurlu, kokusundan rengine, dile ve damağa tatlı bir burukluk bırakan, çöpsüz samansız, şairin deyimiyle ‘taş gibi’ çaya en son ne zaman eriştiniz? Kolayca cevaplanır değil. Oysa bir bardak çayı demleyebilmek ve o bir bardak çaydan mahrum kalmamaktır hayatın anlamı. İyiliğin mercanı.
Vapurda, otobüste, uçakta, gururla giden hızlı trende ne vakit güvenle yanındakine selam vermiştir insan? Modern hayat denilen karmaşık gailenin içinde herkes ölümüne bir yere koşturuyor. Bir an durup da kalbinin sesine kulak verebilmek, başkasının yüzünde esenliğini görebilmek için sıra dışı bir kişiliğe ve belki de bütün bu manzaraya dışarıdan bakabilecek sükûnete sahip olmak gerekiyor. Kendini bile görebilmek üçüncü göz edinmenin hüneriyle mümkün. O üçüncü göz çoğunluğun akıl karıştıran ve yön şaşırtan şamatasına değil gönül eğiten sadeliğine kavuşunca görmeye başlıyor. Hemen her yönde, kitaplarda, ekranlarda, sesin ve gözün ulaştığı her mecrada sükûnet, kendini dinleme, yavaşlık, sakinlik telkin ediliyor lakin insanın çok az yaptığı iyi şeyler arasında bu da yerini alıyor. Ki insan neyin sözünü çok ediyorsa aslında en uzak kaldığı şeyi ifşa ediyor. Sanki ve evet ebediyen insanın elinden alınmış gibi sakin kalmak.
Doğru olmayı, iyilik yapmayı, haksızlık karşısında susmamayı, yoksulun yetimin malını gözetmeyi, tembellikten uzak kalıp hakkıyla çalışmayı hiç dile dökmenin anlamı yok. İyiye ve doğruya fakat en çok da adalete giden yol kendinden vazgeçmekten geçiyor. Kendinden vazgeçmek tarihin şuurlu bir öznesi olarak hayat uyanıklığı içinde olabilmeyi imliyor. Modern zamanlar kurduğu ilişkiler ağıyla toplumsal bağları o denli koparmıştır ki, herhangi bir insanın kendisinden vazgeçip başkalarına ulaşma isteği anında kaybolup gitmeye mahkûmdur. İnsandan insana akan tarihsel bilinç mevcut her tür iktidar ve şiddet paradigmasını parçalama gücündedir. Markalar, hayali cemaatler ve yapay liderliklerle çatılan yabancılık imgelerine dikkat etmeli. Sadece birbirine ebedi yabancılık değil özünde insana ve hayata dayatılan yabancılık böylesi moral değerleri kurutmaya yazgılıdır. Dinin formel ve hayattan kopuk hiyerarşisi etkin bir ahlak üretemezken eğitimin çatısız iklimi de insanın açıkta kalma hâlini engelleyemiyor bugün. Hukuk gibi fertlerin birbirine karşı sorumluluğunu düzene koyacak seviye de kaybolunca şaşkınlık ve kaos büyüyor. İnsanın çok az yaptığı iyi şeyler arasına adalete bağlı hak hukuk duygusu katılırken merhamet de böylece hayattan sökülmüş oluyor.
Bir adam düşünün, başı önde kendi hâlinde yolda yürüyor. Çocuğunu kaydettireceği okulu zar zor bulmuş. Okula güvenle gelip gitmek bir yana eğitim maliyetleri uykusunu kaçırıyor. Tek bir insana, yetkin bir öğretmene rastlamaktır eğitim dediğin diye düşünen adamın kulağına sağdan soldan rakamlar saldırıyor. Bina sayıları, dağıtılan ücretsiz kitaplar, okulların açık kalacağı günler konuşuluyor. Bir tek ağız o bir tek öğretmenin nasıl kazanılacağından söz açmıyor. Her ayağa kalkışın her ilerlemenin insandan insana bir akış olduğu unutuluyor. Başı önde yürüyen adam diyelim bir lokantada aşçı, ilkin önünde beliren taşı birinin ayağına takılmasın diye kaldırıyor, kenara bir yere koyarken lezzetli bir yemek için doğru soğan doğramanın gereği üzerine kafa yoruyor. O adam da hızla azalıyor.
Ekmek için sabahın çok erken saatinde fırına giriyor bir başka adam. O, fırına gelinceye kadar yol boyu rastladığı hemen işe giden herkese sorsa ‘ekmek davası’ için tatlı uykularından kalktıklarını söyleyecekler. Adam hiç bu duyguda değil, o ekmek davasını kendi işinin bir efekti olarak görmüyor. Elini uzattığı ve bedelini ödediği ekmeğin mayasının ve buğdayının tabii olmasını önde tutuyor. Bir toplum diyor asıl ekmek yapmasını bilerek ekmek davası güdebilir. Her yönden yükselen ekmek davası laflarını ekmeğe atılmış birer taş olarak görüyor. İnsanların çok az yaptığı lakin haddinden fazla konuştuğu ekmeğin kayıp ve eksik bir element olmasından acı duyuyor. Ekmek, o aziz şiir de hızla eksiliyor. Bir kere sözün perdesi sıyrılıp hayat bütün netliği ile ortaya çıkınca yeryüzünde şairane bir mukîm olarak bulunması gereken insan varlığının çok az yaptığı iyi şeyler lezzetli su kaynakları misali gittikçe kuruyor.