İnsan yüzünün yarısı
O uçağın geçişi sebepsiz değilmiş. Şuurun bir anlığına tabiatı teslim aldıktan sonra onun sarhoşluğuyla geçirdiği kısacık anı vurgulamak içinmiş.
Bir metal düzenek sesi uzaktan süzüle süzüle kulağıma kadar inmiş, ağır hamlesiyle idrakimi yırtmıştı. Oysa az önce ben iri bal renkli görünmeyen kuştan yol alarak göz kapaklarımda yayılan saçaklı ışığın oyunuyla ne mutluydum
Çocukluk zamanlarına dönüşümüzü müjdeleyen bu nadir haller, bazen de yaşamakta olduğumuz, eşiğine geldiğimiz marazların kıvılcımlarıdırlar. İşte ben de, bir uçak geçişinin şehrin anına bir intihar dalışı gibi girişini, sonradan, geri dönüp yaşadıklarımı tartınca anlayacaktım. Tam da, Kierkegaard’ın dediği gibi olacak ‘hayat ileriye doğru yaşanırken geriye doğru yorumlanacaktı’. Hayat, bu kez bir uçak sesinin istenmeyen süzülüşüyle kafamın içine dalacak, az önce kafamın içinde olup bitenler bir süre sonra dışarıya, yüzüme vuracaktı.
Yıllar yıllar önce aynı zamanda bir yazar olan Çekya lideri Vaclav Havel’ e ‘yüzünden ayrılan adam’ (mahkumun çehre ile ayrılığı) diye bir mektup göndermişti Özbek şair Muhammed Salih. Kafka’nın şehri Prag’da, bir şekilde demir parmaklıklar arkasına konulmuş ve bir zaman sonra da ‘yüzünü unutma’, ona yabancılaşma korkusuna kapılmıştı Salih. Havel, bu seslenişi duymuş, onunla ilgilenmişti. Bize de o unutulmaz yazı/ mektup miras kalmıştı. Çünkü yüzümüz bize sürekli bizi en çok hatırlatan organımızdır, hatta biz yüzün kendisiyizdir. Fakat yüz sadece bir görüntüden mi ibarettir?
Uçak geçtikten, hatta uçağın geçişini çoktan unuttuktan sonra, neden hala onu bir iz, başlangıç, kırılma, çözülme anı olarak hatırlıyorum? Belki de maddenin gerçeklik yasası yüzündendir. Elimizi bıçak keser ama asıl kesen bıçağı harekete geçiren el, iradedir. Dışarıdan gelen yabancı bize kendimizi hatırlatır. Yine böyle oldu, o günün akşamı, mutlu bir gülme anında, birden yüzümün bir yanı geri çekildi, sönmüş bir balon, köküyle irtibatı zayıflamış dal gibi pörsüdü, alın çizgilerimden göz kapaklarıma, dudak kenarımdan burun kıvrımına, kaz ayaklarının yelpazesinden boyun kaslarıma değin bir yığın kas susmaya durdu. Çenem sağa doğru kaydı, ağzımın içinde şekilsiz bir boşluk açıldı, uçak sesi, fantastik bir film sahnesinde olduğu gibi mini mini maketlere dönüştü, kafamın içinde dolaşmaya başladı. Uçak geçmeden önce yaşadığım an sarhoşluğu, şiddetin esintisiyle eğrildi.
Aynaya koştum. Elbette yüzümün derisi yerindeydi. Bir ağrı sızı duymuyordum ama yüzün yarısı bütün diriliğiyle bende dururken diğer yarısının heyelana uğramış toprak misali akması tuhaftı. Bilmediğim, tecrübe etmediğim bu deneyim, iri bal renkli kuşun, kırlangıç, kumru, serçe ve kargalar aleminin ötesinde, çağrışımlarıyla, öbeklene öbeklene önümde açılıyor, şuur kadar hayat tecrübemin sayfasını zorluyordu. Yüz bir deriden, kemikten ibaret değildi ve ona asıl karakterini sinir denilen bir etken veriyordu. Sinir, en çağrışımlı haliyle, ruhun kendisiydi.
Ruh geri çekilmiş, küsmüş, zayıf düşmüş yada sabahın bu mahrem anında, göz kapaklarımla şuurum arasında gelip giden an mayalanmasını hepten kıskanmıştı. Beni, asıl beni, bu gözünü, bu burnunu, bu alın çizgilerini, dudaklarını tutan, ona hayat veren beni nasıl unutursun mu demek istemişti?
Hayatta hiçbir durum yalınkat değildir ve ruhumuz gibi yüzümüzün de bir tabiatı vardır. O tabiatı uyandırmak ise tıbbın görevi. Bizim için bir dizi duygu ve çağrışım silsilesiyle etkileyen gelişme, onun nezdinde fiziki sebeplere bağlıdır. Ben de yüzümü, Vaclav Havel’e değil, hekime açtığımda, hiç de sabahın ağzında yaşadıklarıma benzemeyen gerçeklerle başbaşa kalmış oldum. Tıb bilgi ve tecrübeyle yüzüme dokunup da içime dolan mini uçak parçalarını adım adım geri çıkarınca, eski mutluluklarının havuzuna dalmış bir adam gibi sevindim. Gözlerim yeniden güldü. Dudak kaslarım güçlendi. Alın çizgilerim geri geldi. Aynanın karşısına geçince ‘yüzünden ayrılan adam’ olmanın neliğini, bu kez başka biçimde yaşadım.
Uçaklar geçecek, motor sesleri çoğalacak, yaşarken sebebini bilmediğimiz pek çok ayrıntının içinde sürükleneceğiz. İri bal renkli ( henüz hiç görmediğim) kuşun seslenişi bu sabah yine odamdaydı. Onun peşi sıra kumru, kedi, serçe sesleri de yayıldı. Bu kez yağmur tıpırtısı kırlangıçların geçişini engelliyordu. Dışarı çıkıp yağmura yüzümü sunmak istedim. Belki bunu da yaparım. Yaşamak için diri bir yüzümüz olsun yeter..