Gıda meselesi ya da patates...

Tevfik Fikret’in Han-ı Yağma ve Mehmet Akif’in Safahat’ındaki bazı bölümleri saymazsak tabiatı gereği şiir sofradan ve iştahtan pek söz açmaz bizde. Fikret başkalarının hakkını yağmalayışı kıyasıya eleştirirken Akif toplumsal birliğin vasıtası sayar yiyip içmeyi. Asım’ın bir bölümünde düğün sofrası gökyüzünü inleten zurnalarla açılır. Gıda, yemek, sofra romanın konusudur daha çok. Hatta roman edebiyatın sofrasıdır denilse yeridir. Romanımızın kurucu metinlerinden Mai ve Siyah’ın başında detaylı bir sofranın bulunması tesadüf sayılabilir mi? Knut Hamsun gibi gıdayı, kişinin salt açlığı üzerinden edebiyatın ana malzemesi yapan sanatçılar da olagelmiş dünyada. Yemek, henüz ideolojilerin sembolü olmadan günlük daha çok yaşantının ayrıntılarından sayılmış. Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde kitabında ( hala Türkçenin en güzel romanları arasındadır) doymayı emekle beraber işler. Öte yandan Refik Halid gibi lezzetçiler dil şenliği yarattılar onunla. Adeta yiyip içmenin ansiklopedisidir R. Halid. Kentsoylu olmanın bir vasfı gibi yıllarca yazıp çizenlere bile kaynaklık etti cümleleri. Oysa sofrayı sofradan ayıran nerede açıldığı değil hangi şevk ve lezzet üstüne ‘kurulduğu’dur. ‘Ruhi Bey Ben Nasılım’ nice sofra detayıyla şenlenir. Ki sofra kurmak Dede Korkut’a göre, babadan ‘görmeyince’ olmaz. Baba dediğin kelimenin tam anlamıyla geleneğin görgüyle incelmiş halidir. Bizim toplumumuz sofraya oturmaktan çekinir fakat sofra kurmaya imrenir. Sofra statüdür. ‘Ye kürküm ye’ meselesi.

Ne var ki son yıllarda her şey gibi gıda ve sofra da tepetaklak oldu. Daha doğrusu edildi. Düne kadar çok kişi kendi gücü ve meşrebine göre gıdaya erişebiliyor, eşini dostunu sofraya buyur ediyor, biraz dikkatle ölçüyü kaçırmadan düzen kurabiliyordu. Elbette doymak, doyurmak yine hepten kolay değildi fakat zorluğun bile ölçüsü vardı. Kişi hangi sınıra kadar varabileceğini çorbacı, kebapçı, meyhane, balıkçı fark etmez mutlaka tecrübe ediyordu. Salaş yerlerin kendisine has gustosu vardı. Şehirleri şehirlerden, durakları duraklardan damak tadıyla ayırırdı. Keşan’a yol düşerse nereye uğrayacağını, Samsun Çakallı’dan geçerse ne tadacağını bilirdi. Şimdilerde mesafeler büzüldü. Damağın tadı kekredi. Peynirin gözü kararıp şarabın, lahmacunun, büryanın etli ekmeğin büyüsü bozuldu. Gıda ve sofra varsılın ayrıcalığı kılındı.

Türkiye’nin toprakları ne bir karış azaldı ne de iklimi değişti oysa. Nicedir Anadolu toprağının karnı aşk ile yarılmıyor. Sebzenin meyvenin hele karpuz ve kavunun şenliği elinden alındı. Patates desen soğan misali bahs-i diğer. Niğde’den Nevşehir’e kadar uzanan bölgede tesadüfen elinizden toprağa düşen patates şaka yaparcasına yumurtlar, toprağın altından yumru yumru yayılır hayata meydan okurdu. Hatta doğal hava deposu mağaralar üretim fazlasına kucağını açardı. Onların da ahı tuttu, yemeğin tadı soğanı ayaz vurdu fakirin katığı patatese nazar değdi. Sofraların dişi sızladı. Fiyatların gözü pörtledi. Gıda zehir oldu. Sofra düğümlendi. Nasip köreldi.

İnsan yine sormadan, hayıflanmadan edemiyor. Bu ülkede patates bile yetiştirilemezken gece gündüz avurtları şişiren kahramanlık hikayeleri nereden kopup geliyor? Böylesi bir sofra yoksulluğu savaş şartlarında oldu mu diye soracağım fakat tuzu kuruların halka halka restaurantları, kebapçı ve balıkçıları yetmedi bir fincan kahve fiyatının şunca rakamları bulduğu cafeleri doldurduğunu görünce susuyorum. Bu günlerde bir grup duyarlı insan fiyatları protesto etmek için boykota başladı fakat bundan sevinç duyacakların sayısı az değil. Çünkü bu ülkenin idari sistemi ne olursa olsun iktidarda kim bulunursa bulunsun ekonominin göstergeleri hangi seviyede seyrederse seyretsin rahatları bozulmayacak bir mutlu kitle var. Nüfusları neredeyse pek çok Avrupa ülkesine yaklaşacak seviyede olduğu için de parasız kalmıyor ortalık onların şen harcamaları sayesinde. Gün çiçek dürbünü gibi dönüyor onların önünde.

Sanki dünyada planlı bir yoksullaştırma süreci işletiliyor ve yıl yıl soframıza onun karaltısı çöküyor. Kendi hesapları kitapları bozulmayıp da sofraları küçülmeyenler ‘ne var ki bu kadar büyütecek, bu günler gelip geçici, ferah, ak günler yakın’ diye şarkıya duruyorlar. Zenginlerin devlet eliyle iyiden semirip geliştiği, adam kayırıp kamu kaynaklarının taraf eteklerine bilerek iteklendiği dönemlerde sofra ve gıda gittikçe varoluş meselesine dönüşür. Bir ülkenin azınlıkları değil asıl çoğunluğu hayata umutla tutunabiliyorsa orada milletten söz edilebilir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Çankaya sofraları kuruluş sembolleriyle doluydu. Fahrettin Altay anılarında sofraya dair gerçekçi bilgiler aktarır. Aslında, bizde aileyi tıpkı rejimler gibi sofralar ayakta tutar. Şimdilerde edebiyatın da her tür kentsoylu ve gerçekdışı görüntünün dışında, Vittorini’nin Fil kitabında bahsettiği gibi patatesten, bildiğimiz, gerçek, sarı patatesten yola koyulmak gerekiyor. Edebiyat bu kadar gerçeğin burnuna varmış mıydı hiç? Aile, sofra ve patates az mesele mi?

YORUMLAR (5)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
5 Yorum