Gelecekten ummak…
Yaz sıcağında bir gölgelik bulmak az kıymetli değil. Kent hayatı gittikçe gölge denilen odoğa armağanı çiçeklenişi aramızdan koparıyor. Ancak kentten uzaklaştıkça onunla kucaklaşabiliyoruz. Hele hafiften bir esinti çıkıyor ve yere serpilmiş sarımtırak otların üzerinde vakit titriyor, uzaktan yakından değişik kuş sesleri kulağa doluyorsa, esintinin kıymeti daha da artıyor. Toprak karnında tıpkı insan gibi ne taşıyordur bilinmez fakat yine de bütün sürprizler onda saklıdır. Bu yüzden ne zaman elime bir avuç toprak alsam onu özenle ovalar sonra da yüksek ışık altında bir kağıdın filigranına bakıyormuşçasına savururum.
Şimdi de içimden böyle bir şey geçiyor fakat sağa sola yayılmış topaklar öylesine mahzun duruyorlar ki sadece izlemekle yetiniyor ve insanın sonsuz umuları hakkında kafa yoruyorum. Dilimizin her yönden işlek ve doğurgan ‘ummak’ kelimesini ta öteden, en eski halinden başlayarak işletiyor, onun anlam duraklarında bir süreliğine eğleniyorum. Her durakta hayretim artıyor. Ve bazen tek bir kelime üzerinden bile bir milletin izinin sürülebileceğini görüyorum. Öyle ya asırlardır Doğu’dan Batı’ya gidip gelişimizi ondan daha net açıklayacak hangi kelime var? Umup durmuyor muyuz asırlardır? O umutla yürüyüp bu umutsuzlukla karalar bağlamıyor muyuz?
Sadece toplumu değil belki asıl insanı da karşılayabiliriz onunla. Varlık özümüzden yarattığımız yeni bir oluş hamlesi gibi gelir bana. Umuyla varlığı somutlamış gibiyiz? Buğday tohumundaki saklı başak düşü gibi, mini koruktaki üzüm salkımı hatta bir damla sudaki sonsuz damla gibi…Arzusu olmayanın umduğu olmaz sanki bu yüzden. Ummayanın gelecekten umudu kalmaz. Umutla ummak arasındaki akışı çözmeden geleceğe dair bir fikir de kurulmaz. İnsanın kalitesi umularının yumağında çiçeklenir. Neyi umuyorsan ondan umuda veya umutsuzluğa düşersin.
Fakat ummak ile gelecek arasında boş bir umut yaratıp da bir teselli sözüne takılırcasına uğunup durmaktan hayat çıkmaz değil mi? Umudu kurumuş bir tahta gibi susamış bir ağıza dayadığımızda hele susuzluğun ağıdını yazmaktan öte bir şey yapılmaz. Zaten kelimenin bunca geçişkenlik içinde aynı zamanda olumsuzluk ve yıkım içermesi onun suçu değil ki. Bir düşünce ve eylem biçimi olarak fert ve toplum yeşertip kurutur onu tutumuyla. ‘Umut fakirin ekmeğidir’ atasözünde sert bir teslimiyet ve sorumsuzluk duygusu da barınır. Bu sözü kurana borçtur umudu yoksulun gıdası değil geleceğinin sinerjisi kılmak. Bir topluma hayat değil boş umut vaad edenlerin de vebali omuzlarından inmez.
Şu anda, yaban bir elma ağacının gölgesinde okuduğum kitabın üstünde gezinen karıncanın umudu nedir bilmiyorum fakat benim umudumu diri tutan zihnimin içindekilerle her an çevremde olup bitenleri nitelik dengesinde buluşturmaktan ibaret. Umudu seviyorum. Ummayı bir büyük su kavanozuna atılan renkli taşlar gibi görmekten mutlu oluyorum fakat ne zaman ki o bir avuntu bir teslimiyet bir vazgeçiş bir sus payı dilimi yapılır ona isyanım kabarıyor. Emeği olmayanın umudu yoktur diyorum. Şu ağaçtaki kıpırtıyı yaratan rüzgar gibi umudun da canlı olduğuna inanıyorum. İnsana yakışanın rüzgar olmak olduğunu biliyorum.
Geriye dönüp baktığımda hep umuda doğru yaşadığımı görüyorum fakat şimdiki umutsuzluğumun büyüklüğü umudun kendisinden gelmiyor. Toplumsal bir şey bu. Hakkı verilmemiş ve akıllıca kullanılmamış kaynaklar karşısında duyduğum üzüntüden. Kaçırılan büyük fırsatlardan. İnsan putlaştırıcı kitlesel kötülükler önündeki yalnızlıktan. Hatta tarihin eğimiyle doğrudan ilgili. Bir ideal bir gelecek kuşağı gibi umut sürekli dillendirilebilir fakat bu hayat hırsızlığına gün çalımına zihin uyuşukluğuna daha da ötesi varlık büzülmesine uğratıldığında içim yanıyor.
İnsan bazen bir gün kararmasına uğrayıveriyor. O an sanki hiç ışık olmamış hep ışıktan gelmiş de hep ışığa gidecek olduğunu unutuveriyor. Oysa minicik bir esinti bile telkinleriyle umut fısıldıyor.