Deli Yasemin Sessiz Çeşme…
Eski taş çeşmenin yılların aşındırdığı o yosunlu ve pütürlü ağzına bakarak geçiyordum ki ona rastladım. Hayır, tam öyle olmadı. Öyle bir sardı ki etrafımı birden neye uğradığımı şaşırdım. Sahipsizlikten kapıları nicedir açılmamış evlerin duvarlarından sarkan tozlu vişneler çoktan gagalanmıştı kuşlar tarafından. Son dutlar ballarını alabildiğine yüklenmişler, erikler dökülüp erimeye durmuş, kızılcıklar son yeşil günlerine direniyorlardı. Aklım, her seferinde coşkuyla akan suyun bu yıl cılızlığına takılmış, sessizliği beni korkutmuştu. Kışın oldukça çetin geçtiği bu yere demek ki yeterince kar yağmamıştı. Ama o bütün bunları sildi. Erteledi. Anlamsız kıldı. Bir edalı bakış. Bir ipek eteğin sürünerek beyaz mermerde kayışı. Belki her zaman olduğu gibi daha güneş uyanmadan ağaçlarla çevrilmiş yeşil alanın ortasına ahşap sandalyeyi koymalı, üzerine faniliğin bütün asaleti ile kurulmalı bu büyük geçip gidişin ahengine kapılmalıydım. Hayır, hiç bir yaratıcı şeyin şartlarını siz belirleyemezsiniz.
Aslında itiraf etmem gerekirse canım fena halde sıkkındı. İstanbul’dan yola çıkıp da ön Akdeniz’e, Torosların ilk eteklerine varıncaya kadar yüzlerce kilometre yol gitmiştik. İstanbul adeta kendisini uzata uzata, tekrarlaya tekrarlaya, Anadolu içlerine kadar yayılıyor, benzer binalar, aynı renkler, tatsız kokusuz meyveler, mola yerleri, sürücüler, sesler boyunca bir açık tünel duygusu veriyordu. Şairin ‘Tanrım Anadolu’yu yoksulluk günlerinde mi yarattın’ mısraındaki hakikilik bile çoktan uçup gitmişti. Şehir, ilçe, kasaba, köy kendisini kuran temel karakterden sıyrılmış, insan yüzlerinin bütün ülkeyi kapsayacak bir maskeye dönüşmesi benzeri tek tip görüntüye bürünmüştü. Bu yeni bir sosyoloji idi ve toprakla insan arasında kurulmuş ontolojinin dışında küt, yönsüz, acımasız, kurak ve güvensiz bir akıştı. Pamukova ile Bilecik, Eskişehir ile Emirdağ sanki kırılmış ayna parçaları halinde tuz buz olmuştu. Hangi parça birbirinden ayrıydı bilmeniz artık mümkün değildi.
Sultan Dağlarını sağınıza alıp da bereketli Akşehir ovasına daldığınızda mesela başka bir şeyi dert ediyordunuz ister istemez. Ülkenin hemen her yerinde görülen verimli tarım alanlarının ortasından yolların geçirilmesi akıl ürünü müydü? Bir şey, bir vurdumduymazlık haliyle yollar, ülkeyi bayat ekmek doğrar gibi parçalıyor, yollar boyunca akıp duruyordu işte. Şimdi başka bir yere, Bolkarların eteğine sığınmıştık. Bizim deli sanki bunları bilircesine ortaya çıkmış, kendiliğinden bir oluş saltanatı yürütmüştü. Hem bunca akıl davası içinde bir delinin belirişinin ne kıymeti olabilirdi! Olsa olsa zamanda şaşırmış, hesap kitap bilmeyenler kapılabilirdi ona. Ağız yaralarına şifa veren kara dutlar gibi zaten dostluğun güneşinde ballanan sözler de çekilmişti aradan. Kırk yıllık dostlar bile mesaj atıyorlardı birbirlerine bayramlaşmak için. Nasılsın sorusu bir cevizin dalını sallayan rüzgar kadar serinlik vermiyordu. Ama bir deli, birden, cümleyi ters yüz etmeye yeterdi sonunda.
Deli yaseminin beni sardığı yerdeki çeşmeyle nicedir tanışıyoruz. Her yıl bu mevsim onu ziyaret ediyor kim bilir nerelerden kaynayıp da bu geniş taş ağızdan coşkuyla akışını izliyordum. Soğuk suyunu yüzüme çarpıyor, boynuma sürüyor, avuçlayıp zevkle içiyordum. Yalağında dalgalanan yüzümle karşılaşınca Karacaoğlan’ı anıp geçmem bir oluyordu. Yoksa, vakit gelmiş miydi çoktan. Deli yasemin onun habercisi miydi? Tam su yanından geçerken canıma dokunuşu bundan mıydı? Peki, Yasemin neredeydi? Çehresini görmek, el uzatmak mümkün olacak mıydı? İçimdeki hinlik bana arkama bakmadan, inadına geçip gitmeyi telkin ederken o, koku fıçısı yüklenmiş iri bir kelebeğin zarif ayaklarını çalıştıra çalıştıra ortalığı ıtırıyla boğması gibi, konuşup dile gelmişti işte. Sanki, vardır, tükenmeyen, bitmeyen, hayat veren bir sebep hep vardır mı demek istemişti?
Madem aklımı başımdan alırcasına ısrarla ortalıkta gözükmeden dolaşıyor, tabiatın bütün oyunlarını sökmüş ustalıkla her şeyi yönetiyordu onu bulacaktım. Nazının eteğinden çekecek, narin bileklerinden tutacak, ince uzun parmaklarına dokunacaktım. Madem ki delilik tabiatın bir teklifsiz huyuydu, ona bağlı kalmak gerekirdi. Çeşmeye sorsam bir faydası olmazdı. O çoktan kendi derdine düşmüştü. İmdadıma bir çalı bülbülü yetişti. Pırrr diye uçarken Yasemin’in saklandığı yeri de ifşa etti. Taze dalları bir peçeyi sıyırır gibi açtım. İşte bembeyaz çiçekleri ile oradaydı. Sessiz, pervasız o deli edici kokusuyla her şeye hükmediyordu. Mini bir parça kopardım. Sanki burnuma değil kalbime dayadım. Deli yasemine teşekkür ederim.