Belkide beklemek...
Kurduğu hayal değildi. Neredeyse dört yol ağzında, ihtimallerin kesiştiği yerde, upuzun bir belki kelimesinin üstünde oturuyordu. Her nesil kendisine göre biçim vermişti ona. Altından sütunlar, ahşaptan çatma peykeler, ipekli minderler, dikenli teller, ateş bağlarıyla dokunmuş çelik halatlar, çaput parçaları, gemi halatları benzeri sağlam malzemeden yapılmış dokumalar, hasılı, devre, zamana, şartlara ve hayatın hızına göre şekil almış onca malzeme. Onca utku. Şunca görünüm. Değişmeyen sadece oydu. Fakat bu kez tam bir malzemeden bahsedilebilir miydi? Hologramla sanal varsayım, lazer ışığıyla köpük malzemeden yapılmış kesme taş görüntüsü iç içe geçmişti. Elbette bir Godot, Mehdi, Kıyamet, zafer, yıkım, bayram, sevgili beklentisinden söz edilemezdi. Belki, taşıyabileceği bütün gerilim ve çağrışımlarla yüklenmişti. Cins, yaş, ırk, dil, din, ülke belirleyeni olmadan mümkünlüğün gümüş ışığında parlamak istiyordu. Gökle yer arasında, insanın o en kritik zamanda beliren çehresi söz konusu olsundu sadece. Ne olacaksa buradan ve bundan sonra olmalıydı, tekrar, yeniden.
Bir olma ve ihtimal kesinliğinden söz edilebilir miydi yine de? Orada, belkinin üzerinde oturan, bunu bütün müphemiyetiyle dudağında taşıyordu. Hafif rüzgar kopsa savrulacak kül denli aciz bir zayıflıkla, yer yerinden oynasa sarsılmayacak sağlamlık arasına sıkışmış müphemiyet mührü sanabilirdiniz gördüğünüzü. Makedonyalı İskender’in orduları, Cengiz Han’ın atlarının izleri, Eflatun’un hakikatini su yollarına değin yaymaya çalışan idealistler, her ağaçta Hz. İsa’nın çarmıhını gören misyonerlerle, Şam yolunda babasının atını çeken Sultan Veled bu dudaktaki müphemiyete sığacak yer arayabilirdi. Ömer Hayyam’ın şiir şarabından tatmamış bahtsızlar ile W. Whitman’ın ‘çimenler’ine uzanmamış talihsizler bir an görünüp kaybolabilirlerdi. Keskin gözlü bir kartal gölgesi hayli alçaktan rüzgarıyla süzüldü. O, orada, belkinin üzerinde oturan aldırış etmedi. Acelesi yoktu. Acele saatle yaşayanların harcıydı.
Bir bardak berrak su, bir nefeslik temiz hava ihtimalinin gittikçe azaldığı bir dünyada tipiye tutulmuş âşığın hâlini düşündü birden. Şairler yazıyorlardı. Fakat o tipiye tutulmuş olanı hatırlamaya gücü yeter miydi kelimelerin? Eğer kelimeler de can verecekse bir gün, nefes alır ne kalacaktı geride? Silkindi. Büyük stadyumları, artistik buz pateni yarışlarının yapıldığı ışıklı salonları, yüzme havuzlarını, hastane koridorlarını ve doludan korumak için üzüm bağlarının üstüne gerilmiş metrelerce ağlarını hayal etti. Puşkin’in “Erzurum Yolculuğu” ise çocukluğunun meczupla bilge karışımı silik yüzlerini göz önüne getirdi. Hafıza sık örülmüş bir elek gibi geçmiş denizine daldırılıyor, her seferinde inci ile çakıl birlikte çıkarılıyordu. Sevdi hatırlayışını. Gülümsedi. Belkinin üzerine tekrar yerleşti.
Talih, Potemkin Zırhlısı filmindeki Odesia Merdivenleri’nde bebeğini kurtarmaya çalışan kadının yüzü ile Apocalypse Now’da, Marlon Brando’nun sesi arasına sıkışabilirdi. Süleyman Çelebi’nin lirik inancı, Dadaloğlu veya Kazak Abdal’a inerse şaşılacak bir şey yoktu ama işte bir şekilde, istese de istemese de bir yere bağlanıyordu insan. Çünkü dil vardı. Dil olmadan insan olmuyordu. İnsan dile çıktığı kadar onunla çevreleniyordu. Şu üstüne oturduğu belkinin bütün dillerdeki karşılığını hayal etti. Hepsi hepsi bir belki olabilir miydi?
Bir gül tomurcuğunda uzanan bahçıvan makasının ağzındaki belki ile sınav olan bir öğrencinin henüz okumadığı soruda da onun izi vardı. Ressamın tuvaline çarpan öksürüğü, tiyatro yönetmeninin oyuncusuna rol aktarırken oynayan çene kemiği, okyanusun dibinden kopan balık dişinde de vardı, o belki. Henüz ayakta durmayı becermiş ürke korka adımlayan bebeği unutacak değildi turuncusuna göz kırpan yeşil portakalla birlikte.
Böyle böyle doğanın içerdiği belki bilgisiyle insanın hayat olarak kurup düzene soktuğu belkiyi kıyasladı. Tabiattaki hiçbir belki şaşmıyor, başka bitki başka bitkinin rüzgarını çalmıyordu. Körpe ot koparmış keçinin ağzıyla memesinden insan iştahına akan ihtimal dengesi, market rafına girmiş o süte uzanacak eller arasında yoktu. Bir ülke bir ülkeye saldırdığında bir ilkel bir kadına el kaldırdığında da ters dönüyordu her şey. Onu buraya bu belki kesitine sürükleyen bu olabilir miydi? Aniden binlerce kara şemsiye ters döndü, çok uzaklara kara bir kuş sürüsü halinde süzüldü.
Güneşin yüksekliğinden ilham alan bir dağcı ipini beline bağlarken nefesiyle de kendisini sağlama alırdı. Binlerce yıldır nice kılıç ustası övüne övüne yol gitmişti de o kılıçla asla adaletin sağlanamadığını akıl etmemişti. Dünya denizlerine yayılan tüccar gemileri çok az sevinç taşıyordu artık ambarlarında. Köleler yoktu zorla yakalanıp satılacak. O, burada, bu belkinin üzerinde bir an ürperdi. Gönüllü kölelik çoktan tabiat mı kesilmişti her yanda? Markalar, liderler, simgeler, ilkeler, sınırlar, bilgiler, bilgisizlikler…
Belkide bekleyenler, kendisi gibi belkiyi dert edinenler ne kadar kişidir diye sormanın bir karşılığı yoktu, bu ancak belkinin farkında olanlar kadardı. Ve belki de sandığımızdan fazlaydı. Belki.