Bayram nereye geldi
İlkin çocukların düşleri yıkıldı. Beklemek ellerinden alındı. Bir kere beklemek elinden alınınca varlığın, gelecek olanın hiç bir değeri kalmaz.
Vücutta kanın akışı yavaşlar. Heyecan sönmüş bir balon gibi bir köşede pörsümüş durur. Beklemektir değerli kılan bir şeyi. Sadece çocukların değil elbette, yetişkinlerin de ellerinden alındı beklemek. Neyi bekleyeceğini bilmiyor şimdilerde kimse. Bir vakti, bir hediyeyi, bir buluşmayı beklediğimiz, bekleyebildiğimiz için güzeldir oysa hayat. Bu bayram beklenecek bir şey kalmadı. Bayram bile beklenmedi neredeyse. Tek beklenti bir sıkışmışlığın, bir bilmezliğin sona ermesi. Ama onunda arkası bilinmiyor, bilinemiyor. Çocuklar için bir özgürlük hikayesi olan bayram şimdi ev duvarlarında asılı kilit.
Bir bilinmez, görünmez virüs, sise boğdu her yeri. Şekilsiz bir keski döndükçe kesip parçalıyor her şeyi. Bayramdan bahsetmek duygu olarak güzel olsa bile, beklemesi oyulmuş, uyuşmuş bir bayram, kurumuş kabuktan ibaret. Nereye geleceği bilinmeyen bir bayram bu. Rüzgara assan bir yokluk sesinden başka bir şey bırakmaz. Çocuklara yarın bayram deseniz kaşlarını kaldırıp bakmazlar. Evin içindeki neşve ışığı kalmamış çünkü. Yüzler asık, her şey günlerce yan yana durmaktan birbirine sıkışıp kalmış. İyice kurumuş kibritler gibi ev içleri. Herkesin ağzında birikmiş bir yük. Kimse nereye yıkacağını bilmiyor. Kimsenin dizinde yük devralacak derman kalmamış.
Bir şehrin sabahını bir daha aynısı doğmayacak güneşle yıkayacak ışık da şevksiz. Edirne’de Selimiye'nin süngüsü düşmüş. Antakya’da Habib-i Neccar hiç bu denli derin susmamıştı. Bir umut, atılım yapsa, salkım saçak oklarıyla sarıp ışıtsa güneş her şeyi, dermanı yok hayatın. Işık da biliyor artık, hiç böylesi görülmemişti faslı bayramın. Şaşırıp birden şevk değiştirecek olsa o güneş, kolunu açıp karşılayacak bir köşetaşı iniltisi bile yok. Camiler müminlerin nefesiyle ısınmadı. Bir ‘hendese yapı’ oldular istemeden çoktan. Ramazan, yaşlı ve yorgun bir adamın kaygılı bakışları arasında eridi gitti. Ne almanın hüneri dolaştı sokakta ne vermenin.Yoksulun derdine düşecek aşk da duyulmadı ayak seslerinde. Gün gün adeta bayramın gül sepetini ören Ramazan ayı, bir kuş evi hüznüyle sallandı durdu akşamın alacasında.
Yemeklerin, tatlıların, şerbetlerin, bayramı bayram yapan kaotik tatlı dumanlarının da izi yok. İştahla bir kaşık yemek götürse ağzına biri, birden kilitleniyor. Ne oldu bize? Bunca yaşayıp giderken, bir koşu emanetini aman yavaşlatmayalım diye koşturup dururken, ne oldu da şu el şu lokmayı ağza sunmaktan tedirgin. Elmalar iştahla dilimlenmedi. Bir yeşil erik kütürtüsü gibi bakmadı gözler gözlere. İsmi sayıla sayıla tükenmeyen lezzetler, şeklin birer sanrısı. İştah dimağlarda bir neşve değil. Oysa bayram, ne canlı kılardı bizi…Oysa bayram beklenirdi. Bayram şimdi çıplak. Yapayalnız.
Öyleyse bayram nereye geldi? Bize küsüp kaybolacak değil ya? Yine iğde çiçeklerinde, alaca kirazlarda, akşam kırlangıçlarında, ürperten sabah serinliklerinde ondan bir iz mutlaka var. Dağların gölgeli yüzleri, göl dipleri, karpuz tarlaları, ayçiçeği sergileri onun göz kırpışlarıyla dolu. Onu duyuyoruz. Peki ya hayata, ya iki insanın arasına ne oldu? Bayram en insani çiçekleniş değil miydi yeryüzünde? İçinde ilk insandan bu yana bütün güzel tortuları taşımıyor muydu?
Kimbilir belki de bambaşka bir şey söylüyordur bu bayram! Düşün diyordur, bize, geçmiş, yırtık, parça, kırık, üstüne yeterince düşünülmemiş, hoyratça harcanıp geçilmiş, içi boşaltılmış, şeklin şatafatına boğulmuş eski bayramları. Bir tüketim şehveti içinde şeklin cilasıyla özü uçmuş o kof yakınlık duygusunun hesabını ver, diyordur. Bayram konuşmaz mı? Bayram canlı değil mi? Konuşur, duyan kulağa.
Bu bayram sabahlarından birinde, yapıldığı günden beri zevk kadar şevk tesellisinin, inanmanın yalın mahcubiyeti kadar varoluşun çetin hesabıyla tartılma bilincinin göstergesi olan Süleymaniye’nin insansızlığını düşünmek bile, bayramın nereye geldiğini anlamak için yeterli gelmez mi?