Deprem diye bir gerçek hâlâ var!
Bir gün gelir ötekiler ne kadar önemli olsa da konuşulmaz olur. Suriye sınırı, Libya, uçak kazası, futbol, FETÖ’nün siyasi ayağı, emeklilikle yaşa takılanlar, arkası kesilmez hukuk cinayetleri, elbette kadın cinayetleri, liyakatsiz atamalar, haksız hukuksuz kazanç sahneleri vs...
Duyarlılık önemlidir ve adı geçen konuların hepsi hiç şüphesiz konuşulmayı, tartışılmayı, incelenmeyi, araştırılmayı fazlasıyla hak ediyor. Hatta, bu kadar çok konuşulmasına rağmen herhangi birinin hakkını verdiğimiz de söylenemez. Hepsini şevkle konuşuyoruz da hangisini çözebiliyoruz? Hangisinde hak yerini buluyor veya haksız hak ettiği muameleyi görüyor?
Konuşmayı seçiyoruz ama bilmiyoruz; bu da temel mesele. Her konuda konuşarak, tartışarak hevesimizi almış olsak da çözüm bilmezliğimiz, meseleyi hale yola koyamamaklığımız şanımızdan sayılır oldu.
Cümlesini geçelim de bir daha depreme dönelim derim. Hiçbir şeyi çözemesek de çözmek zorunda olduğumuz bir numaralı meseleye… Zaten kendisini hatırlatıyor. Malum, 1999 Marmara depremini unutanlara, o depremden sonra büyük felaketin İstanbul’a adım adım yaklaştığını görmezden gelenlere geçen eylül ayında 5.8’lik bir ikaz olmuştu. Devamında Manisa sarsıldı ve Elazığ depremi acılı oldu. Dün ise, İstanbul Bahçelievler’de deprem olmadı ama depreme dayanıksız bir binanın ne hale geleceğini gördük.
Depremi hatırlamak için, başta İstanbul olmak üzere deprem riski altında yaşayan bütün şehirlerin bina stokunun ölümcül risk taşıdığını bilmek illa bir sarsıntı mı gerekir? Gerekmez elbette ama görünen o ki sarsıntı olması bile bu gerçeği hatırlatmaya yetmiyor. Şu sözler deprem uzmanı Prof. Dr. Naci Görür’e ait:
“Gölcük ve Düzce depremleriyle Marmara’nın altındaki kabuk aşırı yüklendi. 1999 yılından itibaren her an olmak kaydıyla bu kabuk 30 yıl içinde kırılacak. Yani, 5-10 sene önce veya sonra olabilir. İlk 20 sene içerisinde olmadığına göre son 10 yıllık periyotta deprem olma olasılığı yüzde 50’den fazlaya çıktı. Marmara’da deprem olasılıkla Kumburgaz kolunda ve minimum 7.2 büyüklüğünde olacak.”
Bilmiyorum, medya dışında bir kurumdan Prof. Görür’ü çağırıp “Sen ne diyorsun?” diye soran oldu mu? Soran oldu da artık bu saatten sonra yapılacak bir şey kalmadı diye oluruna mı bırakıldı? Belki de öyledir… İstanbul eylül ayında sarsıldı; deprem, ölüm ve yıkım gerçeği bir kez daha ortaya çıktı ama tahminlerin altında bir şiddete bile dayanamayacağı belli olan binalarda oturanlara hâlâ tek bir ikaz yapılmadı. “Çıkın, boşaltın o evleri” diyen olmadı. Aksine, hiçbir şey yokmuş gibi, İmar Barışı devam etti; üstüne bir de Kanal İstanbul’un ÇED raporu yazılıp ihalesi için gün sayılmaya başlandı.
Devlet böyle…
Peki, devlet sorumluluğunu yerine getirmiyor da millet çok mu duyarlı? O dayanıksız evlerde yaşayanlar, kendi hayatları için, ailelerinin hayatları için ne yapıyor? Var mı bir tepki, bir duyarlılık? Depremde evleri yıkılma riski olanlar derneği, inisiyatifi falan? Ülkede her şeyin eylemi yapılıyor, her konuda bir dernek, bir vakıf ses duyuruyor ama gelin görün ki bu kadar önemli, bu kadar hayati, bu kadar gerçek bir konuda tek bir sivil ses çıkmıyor. Yaşadığı evi, oturduğu binayı depreme hazırlamak için parmak oynatana rastlanmıyor.
Neresinden tutsak da bu gerçeğin farkına varabilsek acaba? Yoksa, kalabalığa karışıp bir gündemden diğerine koşturmaya mı devam etsek?