Avrupa günümüz hayırlı olsun
Türkiye olarak, müzakere sürecinde karşılaştığımız tüm zorluklara rağmen stratejik hedef gördüğümüz Avrupa Birliği’ne tam üyeliğe ulaşmakta kararlıyız. Bu düşüncelerle, ‘Avrupa Günü’nün, kıtamızın bugün içinde bulunduğu durumun ve geleceğine ilişkin planların, yapıcı ve vizyoner bir yaklaşımla değerlendirilmesine vesile olmasını diliyor, vatandaşlarım başta olmak üzere tüm Avrupalıların 9 Mayıs Avrupa Günü’nü tebrik ediyorum.”
Bu sözler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Ocak Avrupa Günü mesajından… Mesajın bütününde AB hakkında söylediği çok daha övücü sözler de bulunuyor. Neredeyse, Türkiye’nin tam üyelik müzakere hakkını kazandığı 2004-2005 dönemindeki coşkulu yaklaşımın bir benzerini yansıtıyor Cumhurbaşkanı. Aradan 15 yıldan fazla zaman geçti ve ne yazık ki müzakere hacmi ve kalitesi o günün çok geresindedir. Tam üyelik o dönemde de kolay değildi ama şimdi neredeyse imkansız çünkü Avrupa’nın zihin dünyasında şimdi çok başka bir Türkiye bulunuyor. Türkiye’nin de zihninde “Avrupa bir kötülük sembolü, dış güç, haçlı seferi; hatta zaman zaman Nazi ve çoğunlukla da bir Hıristiyan Kulübü”dür. 9 Ocak mesajını bir kenara koyacak olursak Erdoğan için de Avrupa ve Avrupa Birliği hayırhay bir nesne sayılmaz… Ortam öylesine sertleşti ki bu sözleri bir muhalefet lideri sarfedecek olsaydı, üzerine yapıştırılacak yaftaların ne olacağı malumdur. AB, bilhassa iktidar muhitlerinde o kadar tehlikeli bir markaya dönüşmüştür.
Bütün bunlara rağmen, Cumhurbaşkanı’nın sözlerindeki “stratejik hedef” kavramı isabetlidir zira Türkiye’nin onca uluslararası hamlesi ve girişimine rağmen tek stratejik kararı ve amacı Avrupa Birliği üyeliğidir. Kurumsallaşmış, yol haritası belli ve aksak da olsa devam eden tek ciddi süreç AB üyeliğidir. Dolayısıyla, Erdoğan bir yandan söylem ve eylemleriyle AB ile araya mesafe koysa da bu hedefin önemini bilmekte ve çeşitli arayışlarına rağmen ikame edilemez olduğunu görmektedir. Bununla birlikte AB’nin Türkiye’ye karşı adil olmadığını ve bilhassa içeride yaşanan yalpalamaları fırsata çevirmekten geri durmadığını da kaydetmek gerekir. Ancak, hedefe ulaşması gereken biz olduğumuza göre küsmemek ve usanmamak da bizim sorumluluğumuz olmalıydı.
Erdoğan, Covid salgınından hareketle “Artık hepimiz aynı gemideyiz” diyor. Doğru ama eksik. Türkiye zaten çok daha önceden, zaten refah ve güvenlik zaruretinden dolayı da AB ile aynı gemide bulunmaktaydı. Ne Rusya, ne Çin ve hatta ne ABD gemisi bu açıdan AB’nin yerine ikame edilemez, edilemiyor da. Alışverişimizin yarısı Euro bölgesiyle, artık arkası kesilmiş olsa da doğrudan yabancı yatırımın yarıdan fazlası yine bu bölgeden gelmektedir. Dış borçlanmamızın yüzde 75’ini Avrupa menşeli fonlar temin etmektedir. Hepsinden önemlisi vatandaşımızın ilgisi de Avrupa’yadır. Öte yandan, Avrupa ülkesi vatandaşlarının giderek artan sayıda turizm için Türkiye’yi tercih etmeleri de karşılıklılık açısından önem arzetmektedir.
Ne var ki Türkiye, özellikle dünyada gidecek liman arayan paranın en bol olduğu bu süreçte hem Avrupa hem de dünyayla ilişkilerini yoğun bakım seviyesine indirerek fırsat kaçırmaya devam ediyor. Sırtını hamaset ve slogana yaslayan dış politika sayesinde yalnızlaşıyor ve fakirleşiyor.
Şimdi madem Cumhurbaşkanı da aynı fikirde o zaman yeniden konuşalım…
Kimsenin kimseyle kara kaşı gözü için iyi ilişki kurmadığı dünya sahnesinde giderek küçülen sempati ve tesirimizin, küresel ekonomiden alacağımız payı da küçülteceği gerçeği apaçık ortadayken eski alışkanlıkları sorgulamanın zamanı gelmiştir. Hamaset, komplo ve slogan için daha fazla fatura ödeyebilecek durumda olmadığımızı görelim.
Türkiye’nin tam da Erdoğan’ın dediği ama yapmadığı gibi AB ile “yapıcı ve vizyoner bir ilişki” sürecine ihtiyacı vardır. Ama evvelinde, Türkiye’nin kendi vatandaşıyla, kendi içindeki farklı seslerle, kendi hukuku ve demokrasisiyle kalıcı ve vizyoner bir ilişki kurmak mecburiyeti vardır.
Hepsinden önce de işine geldiğinde sarıldığı, gelmediğinde bir kenara atmayacağı bir hedefe sahip olmak zarureti bulunmaktadır.