Müslüman kadının durumu
On gün önce Suudi Arabistan’da ilk defa ‘Dünya Kadınlar Günü’nün kutlandığı haberini okuduk. 12.12.2015 tarihli basında da bu ülkede yine ilk kez kadınların hem seçmen hem aday olarak belediye seçimlerine katıldığı yazılmıştı. Diğer ülkelerde ahvâli âdiyeden olan bu uygulamaların konu Suudi Arabistan olunca haber değeri taşıması boşuna değil elbette.
Asrımızda İslâm toplumlarının yaşadığı, İslâm’ın ve Müslümanın izzetiyle uyuşmayan sorunlardan biri de kadınlarla ilgili gerçeğimizdir. Son yıllarda vahim bir hal alan sığınmacı dramı, Müslüman kadının durumunu daha dayanılmaz hale getirdi. İslâm toplumlarında kadın telakkisine ve kadının maruz kaldığı muamelelere dürüstçe bakarsak, dışımızdan gelen bu konudaki eleştirilerin haksız olduğunu söyleyemeyiz.
Fakat bence eleştiriler önemli bir yanlış içeriyor: Bu konuda konuşup yazan Batılılar, birçok sorun gibi kadına dair olanları da klasik oryantalist bakışıyla “Müslümanların sorunu” olarak görüyorlar. Ancak bu yaklaşım, a) konuyu ‘insanlık sorunu’ olarak görmediği ve bir ‘ötekileştirme’ içerdiği için çözüme yardımcı olmuyor; b) aynı yaklaşım, Batı dünyasının -diğer birçok konuda olduğu gibi- kadın konusunda da aynaya bakmasını engelliyor. Oysa Batı’daki kadın ve aile sorunları, aslında daha derin ve tehlikeli olup, küreselleşmenin etkisiyle dünyayı da tehdit etmektedir. Fakat biz Müslümanlar kendi sıkıntılarımızdan başımızı kaldırıp da dünyada yaşanan kadın ve aile sorunlarına bakamıyoruz.
***
Biz, Selefî-Vahhâbî zihniyetin tehlikesini, ortaya çıkardığı El-Kaide, DAİŞ gibi sözde ‘cihad’cı örgütlerin eylemleriyle hissediyoruz. Oysa bu zihniyetin, bütün insanî değerlere yönelik tehditleri var. Bunların en önemlilerinden biri de insanlık âleminin yarısını oluşturan kadınlarla ilgili telakki ve uygulamalarıdır. Suudiler kusura bakmasınlar ama söz konusu yıkıcı zihniyetin güç ve destek aldığı, uygulama ve yayılma imkânı sağladığı ülkelerin başında Suudi Arabistan gelir. Bu ülkede tarihî mirasın yok edilmesinden kadınların aşağılanmasına kadar birçok olumsuzluk (elbette işin buralara kadar geleceği düşünülmeden) devletin himayesinde gelişti. On yıl kadar önceydi; Medine belediyesinin bir şehir müzesi açılışına katılmıştım. Ortada tarihî eser diye şuraya buraya serpiştirilmiş üç beş nesneden başka bir şey yoktu. Selefî-Vahhâbî zihniyetin -Osmanlı’dan kalanları da dahil olmak üzere- kim bilir ne kadar eseri yok ettiğini düşündüm ve içim yandı. Şimdilerde hem kadınla hem tarihî mirasla ilgili konularda pişmanlık ve üzüntülerini dile getiren Suudi aydınlar ve devlet adamları da var ve bu tür gelişmeler ümit verici.
Gönül ister ki İslâm’ın o insanî, şefkatli, zarif ve cezbedici yüzünü dünya öncelikle o topraklarda görsün. Çünkü İslâm güneşi ilk defa o topraklarda doğmuş ve tarihinde hiçbir zaman kabile kültürünü aşamamış bir halka; insanı, bilimi ve sanatı yücelten bir cihan devleti armağan etmişti. İşte Selefî zihniyet ta başından beri bu medeniyet inşa edici dine düşman oldu ve en büyük zararı da İslâm’ın bu kutsal beldesine verdi.
***
Olivier Roy haklı: “Cihadcılık bir kuşağa özgü nihilist bir isyandır.” El-Kaide, Taliban, DAİŞ ve benzerleri “yarın 1970’li yılların aşırı solu gibi yaşlanacaklar...” Şimdiki sorun, yine Roy’un ifadesiyle, “İslâm’ın radikalleşmesi değil, radikalliğin İslâmlaşması” yani İslâm’ı araç olarak kullanmasıdır. Başta Suudi yönetimi ve toplumu olmak üzere bütün Müslümanlar, hepimiz, artık bu gerçeği görmek ve sadece sözlerimizle değil, fikirlerimiz ve işlerimizle, üreteceğimiz manevi ve maddi değerlerle dinimizin insanlık için rahmet ve barış kaynağı olduğunu ortaya koymak zorundayız. Bizimle birlikte dünyanın da buna ihtiyacı var.