Eski Dünya-Yeni Dünya ve Türkiye
Geçenlerde bir dostum, hazırladığı konuşma metnini okumamı isteme nezâketinde bulunmuş, ben de o metne bir not eklemiştim. Bu notu siz değerli okuyucularımla da paylaşmak istedim.
***
Geçmiş çağların hayat akışı durağandı; hayat yavaş değiştiği için hayatı düzenleyen kurallar da asırlar boyunca uygulanabilmişti. Fakat 17. yüzyılda başlayan ve giderek hızlanan değişim ve dönüşümler, sadece insanların maddi alışkanlıklarını etkilemedi; onların zihin dünyalarını, insan ilişkilerini, bu ilişkilerin biçimini ve yoğunluğunu, bunlarla ilgili değer algılarını da değişim sürecine soktu. Böyle olunca, eski dünyanın durağan hayatı ve ihtiyaçları için yeterli olan kurallar, yeni dünyanın sürekli değişen ve çoğalan ihtiyaçlarını karşılayamaz oldu.
Bu kaçınılmaz bir durumdu. Ama -bence- İslâm dünyası (özellikle de siyaset, din ve eğitim kurumları) bu gerçeği göremedi; çünkü şartlarını kendisinin üretmediği bu değişim ve dönüşümü yaşamadı; yaşananları da izlemedi. Durumun vahametini anlayınca da çok geç kalmış, alışılmış hayatla değişen hayat arasındaki mesafe çok açılmıştı. Bu yüzden İslâm dünyası başkalarının hazırladığı hayatı seçmeyi kendi kendini inkâr olarak algıladı. Bu algı da onu reaksiyoner yaptı.
***
Fakat her şey bitmiş değil asla! Meselenin çözümüne dair önümüze baktığımızda şöyle bir imkânın varlığını da apaçık görmekteyiz: Modern bilişim ve iletişim imkânları bize, yukarıda sözünü ettiğim değişim ve dönüşümün farkına varma ve mahiyetini kavramayı kolaylaştırmakta; neticede kendi kültürel, ahlâkî vs. hususlardaki gerçekliğimize uygun bir değişim ve dönüşümü hem başlatma hem de hızını artırma fırsatı da vermektedir.
Kanaatimce Türkiye’nin son yüz yılı bu tezimizi doğruluyor gibi… Şöyle ki:
1.Eski Batı gibi eski Türkiye yani Osmanlı da durağan hayatı geleneksel kurallarla yönetebiliyordu.
2.Modernleşme döneminin ilk aşamasında Batı da Türkiye de (İttihatçılar-Cumhuriyetçiler), kabaca söyleyecek olursak, katı bir din-gelenek karşıtlığı ya da umursamazlığı izlediler. Ancak arada önemli bir fark var: Batı’da bu zihniyet neredeyse 300 yıl sürdü, Türkiye’de ise 50-60 yıl… Yani Batı, ancak 300 yıl sonra modernleşme sürecinde yaptıklarını sorgulayıp hatalarını görmeye başlarken Türkiye bu sorgulamaya 50 yıl sonra geçmeyi başardı. Şahsen ben derslerimde, konuşma ve yazılarımda İslâm ülkeleri arasında ‘Türkiye farkı’nı hep dile getirirken bu somut veriye dayanıyorum.
3. Önemli bir Türkiye farkı da şu: İslâm dünyası gibi Batı da değişim ve dönüşüm sürecinin kaçınılmaz kıldığı bazı gerçekleri, bazı alışılmış yanlışlarını görmemekte hâlâ direniyor. Meselâ Batı ekonomi, siyaset gibi alanlarda ısrarla küreselleşmeyi isterken küresel adalet, eşitlik, özgürlük, küresel refah, küresel güvenlik gibi talepleri görmezden geliyor. Halbuki –mesela- ekonomi küresel ise paylaşma ve refah da küresel olmalı. Örnekler çoğaltılabilir.
Gerek insanlığın birikimini gerekse kendi tarihinden edindiği tecrübeleri doğru kavrayan bir Türkiye, yeni dünyanın (ve aslında İslâm’ın da) tercihi olan muhatabını “anlama” ve kendini ona “anlatma”yı esas alıp, buna uygun bir iletişim dilini/yöntemini her şeye rağmen ve ısrarla sürdürürse, hem Batı’nın belirtilen yanlışlarını görmesine yardımcı olabilir hem de İslâm toplumlarının öfke duygularıyla boşa harcadığı enerjisini bütün Müslümanlar ve insanlık için hayırlı istikamete yönlendirebilir. Bence 2000’lerin başında Türkiye bu potansiyelini kendi halkına, İslâm toplumlarına ve hatta dünyaya gösterir gibi olmuş ve inanılmaz bir ilgi toplamıştı. Son birkaç yıldaki gelişmeler bu ümitleri zedelese de Türkiye bu güce sahiptir ve o gücü sorumlu bir şekilde kullanmak, ama mutlaka kullanmak zorundadır.