‘Ben’in ‘ben olmayan’la buluşması
Allah dileseydi evreni tek tip, canlıları tek tür, insanları da tek fikirli, tek huylu, tek renkli, tek dinli, tek dilli… yaratırdı. Kur’ân-ı Kerîm’in dört ayrı yerinde bu husus dile getirilmektedir. Bu ayetlerin birinde şöyle buyurulur: “Sizin her birinize bir yol, bir yöntem verdik. Allah dileseydi sizi bir tek ümmet/inanç topluluğu yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi sınamak istedi. Öyleyse yarışırcasına iyilik yapın” (Mâide 5/48).
Demek ki Allah çokluk olsun istedi. Çünkü biz, bilen ve düşünen varlıklar olarak, kendi var oluşumuzu çokluk içinde anlarız; kendi ahlâkî değerimizi, hatta bizatihi ahlakı çokluk içinde buluruz. Ahlak, benim dışımdakilerle yüzleştiğimde başlar. Bendeki ahlâkî bilinci de karakteri de ortaya çıkaran ötekiyle buluşmamdır. Ahlâkın şu meşhur “altın kural”ını hatırlayalım: “Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma.” Demek ki, ahlakın olması için benim olmam yetmiyor; sahnede bir de başkasının, “ben olmayan”ın bulunması gerekiyor. Bir “ben olmayan” var ise, ancak o zaman her birimiz birer “ben” olarak kendi insani varlığımızın ve anlamımızın farkına varırız. Yani, “ben olmayan” var ise, ancak o takdirde “ben” anlamlıdır.
***
Çağdaş İtalyan düşünürü Umberto Eco “Öteki Sahneye Girdiğinde” başlıklı konferansında “İnsanlar arası ilişki olmadığında, ormana bırakılan yeni doğmuş bir bebek, insan olamaz… Herkesin –ödün vermeksizin- bize asla bakmamaya ve yokmuşuz gibi davranmaya karar verdikleri bir cemaatte yaşasak ya ölür ya da çıldırırdık” der. Böyle olunca, ötekileştirmek bize sadece yalnızlık değil, daha kötüsü, hiçlik getirir.
Buradan şöyle bir ahlâkî sonuç çıkıyor: “Ben olmayan”ı yok etmek, yok etmeye çalışmak ya da yokmuş gibi davranmak yerine –tam tersine- bizi “ben”imizin farkına vardırdığı için ona teşekkür etmek ve en azından kendi varlığımızın anlamını yaşatmamız için onun varlığını sürdürmesine katkı sağlamak zorundayız. Buradan bakınca savaş yapmaya mecbur bırakılmak ile savaşı istemek ayrı şeylerdir. İnsanların savaş yapmak zorunda kalmaları, savaşmanın mutlak olarak ahlâka uygun olduğu anlamına gelmez. Öyleyse ahlâkî sorumluluğumun gereği olarak savaşın olmadığı bir dünya için çalışmalıyım. Şimdilik ütopik gözükse bile…
***
Gönlünde herkese, her canlıya ve her şeye yer veren bir mistik ya da sûfînin nasıl olup da –dışarıdan bakıldığında üstüne üşüşen bütün zorluklara rağmen- öylesine rahat, mutlu ve zengin bir dünyasının olduğunu, bu “ben”-“ben olmayan” arasındaki ontolojik ve ahlâkî ilişki çerçevesinden bakarak daha iyi anlarız. Ve dışındakilere karşı gönlünü kapatanların sevgisiz, huysuz ve yalnız olduğunu da yine buradan bakınca daha iyi görürüz.
Çeşitliliğin Yaratıcının planı olduğunu ve Yaratıcının planının kötü olamayacağını düşündüğümüzde de “ben olmayan”lara karşı daha hoşgörülü ve sevgiyle davranırız. Sûfî kültürümüzdeki “Yaradılanı severiz, Yaradan’dan ötürü” öğretisi buradan gelir.
Böyle bir insanlık ilişkisini şimdilik yeteri kadar göremiyorsak bile, sorumluluğumuz, o ilişkinin kurulmasına ve geliştirilmesine katkı sağlamaktır. Eğer sunduğum düşünme tarzının içinde nefrete yer olsaydı, en başta “ben olmayan”ları zihin ve eylem dünyasında yok etmeyi planlayanlardan nefret etmek gerekirdi; sadece benim şahsımı yok etmek istedikleri için değil, kendi dışındaki “ben”leri yok etmek isteyecek kadar ahlâkî anlamda kendilerini hiçleştirdikleri için… Kendi felsefî, siyasi, ideolojik vb. şablonlarına uymuyor diye başkalarını ötekileştirenler, hatta küfür ve hakaret edenler, aslında bu tutumlarıyla kendilerini hiçleştiriyorlar. Bu tiplerin, karşısındakilerin yanlış yapmalarından daha çok doğru yapmalarından korkmaları buradan ileri geliyor.