Akıl ve bilim çağında din
“Bilimden icazet almış olanların dışında hiçbir hakikat yoktur” yargısı, Aydınlanma sonrası Batı’da ortaya çıkan, akıl-bilim-felsefe adına astığı astık kestiği kestik zihniyetin dayatmasıydı. Aslında bu bir rövanştı: Batı Ortaçağı “akla karşı iman” çağıydı; Aydınlanma sonrası ise “dine karşı akıl” sloganının ortalığı salladığı bir dönem oldu.
İslam dünyasına gelince, orada hiçbir zaman sistematik bir akıl-din çatışması yaşanmadı; böyle bir dil ve kültür de oluşmadı. Düşünür ve din âlimi kimliğiyle en etkili Müslüman olarak bilinen Gazâlî’nin (ö.1111) şu sözü o çağlardaki Müslümanların ortak aklını yansıtır: “Aklı bir kenara bırakıp sırf eskileri taklitle yetinmeye çağıran kimse cahildir. Sırf akılla yetinip Kur’an ve Sünnet’in ışığından yararlanmayan da kendini aldatmıştır… Siz bu iki temel kaynağı birleştiriniz. Çünkü aklî ilimler besinlere, dinî ilimler ilaçlara benzer” (İhyâ, Kahire 1332, III, 17). Yeni Selefîliğin öncüsü İbn Teymiyye bile (ö. 1328) önemli bir kitabına “sahih dinî bilgi ile doğru aklın uyumu” adını vermişti.
***
Son zamanlarda Batı’da radikal din karşıtı tutuma yönelik entelektüel ve popüler düzeyde ciddi sorgulamalar yapılıyor. Öncelikle günümüz Batı bilim ve felsefe çevresinde katı akılcılık ve bilimciliğin hem taraftarları azaldı hem de şiddeti zayıfladı. Ünlü düşünür B. Russell Bilimden Beklediklerimiz adlı kitabında şöyle der: “Garip değil mi! Sıradan insan bilime tam inanmışken laboratuvar adamı bilime inancını kaybediyor.” Hatırlarsınız: Stephen Hawking’le 8 Ocak 2013’te yapılan bir mülakata ilişkin haberde şöyle deniliyordu: “Hawking ilk kez Allah’ın varlığını kabul etti… Hawking Tanrı ile ilgili soruya ‘Evrenin oluşumu bilimin gerçekliğine dayanır. Ama bu hiçbir şekilde, bilim kurallarını koyan ve onları da yaratan bir Tanrı olmadığı anlamına gelmez...’ cevabını verdi.”
Din ile ilgili tutum konusunda Batılı toplumlarda da önemli gelişmeler var. Meşhur Samuel Huntington, Biz Kimiz adlı kitabında, “Dine dönüş” başlığı altında aşağı yukarı şöyle diyordu: Amerikanlılar, toplumda ahlâkî yozlaşmanın; bencillik, çıkarcılık, açgözlülük ve merhametsizliğin gittikçe yaygınlaştığından şikâyet ediyor. “Biz nerede yanlış yaptık ki böyle olduk?” diye soruyor ve “Çünkü vicdan dünyamız en büyük destekçisi olan dinî inanç ve değerlerden mahrum kaldı’ diyorlar.
***
Pekiyi ne olacak? Bence çağdaş insan, akıldan ve onun kazandırdığı nimetlerden -haklı olarak- vazgeçmeyecek. Ama öte yandan kaybettiği aşkın-ruhsal-manevi zenginliği de yeniden kazanmak istiyor. Modern Batılı, “Sen bana zarar verme, ben de sana zarar vermeyeyim” şeklindeki (pek de ahlâkî olmayan) ahlâk kuralına alıştı. Yüksek refah, iyi işleyen devlet ve etkili eğitim gibi araçlar sayesinde bu kural şimdilik fena da gitmiyor. Ama hızla gelişen ulaşım, iletişim ve haberleşme sayesinde modern insan, ‘bilimin egemenliğindeki bu din dışı çağ’da adaletsizlik, güç egemenliği, kitlesel cinayetler, küresel sömürü gibi kötülükler yüzünden küçük dünyamızın bir soygun ve yangın yerine çevrildiğini de görüyor ve yaşıyor. İnsanlık vicdanının bu küresel vahşete, keza olup bitenlerin doğurduğu güvensizlik duygusuna daha fazla dayanabileceğini sanmıyorum.
Fakat bu nasıl olacak? Çünkü modern dünyanın egemeni olan Batı, Ortaçağ Hıristiyanlığının “saçma olduğu için inanıyorum”u ile Roma’nın “superstitio”sunun (boş-inanç) kalıntısı olan din karşıtlığının ötesinde, geniş bir din-bilim birlikteliği tecrübesine sahip değildir.
Eminim ki böyle bir durumda her aklı başında Müslümanı üzen gerçek ise, Müslüman dünyanın, din-bilim uyumu konusundaki kendi kültürel birikimiyle İslâm’ın rahmetini insanlıkla buluşturması gerektiği bir zamanda, sırf öğretilen arkaik dinî bilgi ve anlayış yüzünden insanlığa hiçbir hayrının dokunmamasıdır.