‘Ahlâk’sız ‘dindarlık’ olur mu?
Bazı meclislerde, kendileri de dinî hassasiyet taşıyan dostlardan dindar çevrelerle ilgili yakınmalar duyuyoruz. Şöyle diyorlar: “Birçok insan tanıyoruz; ibadetleriyle, kılık kıyafetleriyle oldukça dindar görünümlü... Ama bunlar iş hayatında, arkadaşlık ve komşuluk ilişkilerinde; doğruluk, dürüstlük, adalet, kul hakkı gibi ahlâkî konularda itinalı ve sorumlu davranmıyorlar. Bir de bazı ahlâk konularını artık vaazlarda ve hutbelerde bile pek duyamıyoruz.”
***
Elbette hem ibadetiyle hem ahlâkıyla imrenilecek çok insanımız var. Ama ülkemizde hatta dünyada değişik şekillerde dışa yansıyan ahlâkî yozlaşmalardan şikâyet edilmektedir. Bu yozlaşma sadece dindarlarla sınırlı değilse de dindarlarda daha çok göze batıyor ve yadırganıyor. Bugün müslüman toplumlarda –açıkça ifade edilmese de- fiiliyatta bir tür ahlâkı yok sayan dindarlık anlayışının yaygınlaştığı, bunun da büyük ölçüde insanların refah seviyesinin artmasından ileri geldiği söyleniyor.
Aslında bu yeni bir durum da değil. Genelde dinlerde, özelde İslâm’da dünyevi imkânlar ahlâk için önemli bir risk olarak görülür. Nitekim başkalarında olduğu gibi bizim eski kültürümüzde de dünya malı ve mevkiinin sebep olacağı ahlâkî tehlikelerden korunmak için zâhitlik ve ruhbanlık hayatını tercih edenler olmuştur. Ama İslâm kültüründeki yaygın telakki ve uygulama dünyadan el etek çekmek değildir. Öyle olsaydı Abbasi, Osmanlı gibi büyük devletler ve medeniyetler kurulabilir miydi? Kültürümüzde toplumu ahlâkî çöküntüden koruyacak bir eğitim felsefesi uygulanırdı. Çağımızda ise örgün ve yaygın şekliyle modern eğitimin yetiştirdiği insanlar, ahlâk yönünden hazır olmadıkları şartların içine atılıyorlar. Öyle olduğu için bu insanlar dar anlamda “dindar” da olsalar, ahlâkî sorunların altında kalıyorlar. Ülkemizde verilen din ve ahlâk eğitiminin de bu bakımdan kusurlu olduğunu sonuçlarından görüyoruz.
Eskiden bizler, “Ahlâklı olmak için dine ihtiyaç yok” diyen seküler çevrelere karşı dinsiz bir ahlâkın olamayacağını savunurduk. Gariptir ki şimdi de, “Dindar olmak için ahlâka ihtiyaç yok” anlamına gelen bir “müslümanlık” anlayışına; iyi müslüman olmayı kılık kıyafete, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyete karşı ahlâksız dindarlık olamayacağını savunmak durumunda kaldık.
***
“Bazı ahlâk konularını artık vaazlarda, hutbelerde bile pek fazla duyamıyoruz” tarzı yakınmalara gelince; bu hususta küçük bir hatıramı paylaşayım: Üç sene önce, önemli bir araştırma kurumumuzun mescidinde Cuma namazı kıldırmam rica edilmişti. Birkaç Cuma kıldırdım. Bir defasında hutbede eski bir sûfinin, insanları aldatan bir kesim karşısında uyarı mesajı içeren güzel bir benzetmesini aktardım. Kimlerden bahsettiğimi de açıkça belirttim. Buna rağmen namazdan sonra bir zat -kıs kıs gülerek- “Hocam, aslında kimleri kasdettiğini anladık. Ne güzel benzetmeydi o! Ağzına sağlık” dedi. Aklımın ucundan bile geçmeyen bu saptırma karşısında canım sıkıldı. Ve tabii gereken cevabı verdim. Kısa süre sonra başka biri yanıma sokulup, “Hocam, kimi kasdettiğini anladık; ama yanlış yaptın” demez mi! Ziyadesiyle üzüldüm. Ve bir daha orada Cuma kıldırmadım.
Bunu şunun için anlattım: Doğrudur; on dört asırdır camilerde rahat rahat işlenen bazı ahlâk sorunlarımız son yıllarda eskisi kadar vaaz ve hutbe konusu olmuyor. Ama neden? Mümkündür; konjonktüre göre konuşan hocalar da vardır belki. Fakat asıl mesele, camilere kadar giren kutuplaşmadır. Hatibimiz, vaizimiz konuşmanın yanlış yerlere çekilmesinden, fitneye yol açmasından, sonuçta başını derde sokmasından korkuyor. Bu ayrışma ve suizan psikolojisinden acilen kurtulmamız gerekiyor.