Okullar da bitti işte
Çoktan bitmişti aslında okullar, yaz tatili fiilen çoktan gelmişti sınıflara. Kimse gitmiyor, gidenler de ders filan işlemiyordu. Bize özgü garabetlerden biri daha hep olduğu gibi bu yıl da yürürlüğe girmişti. Ama nedir? Dün karneler verildi ve onmilyonlarca öğrenci için tatil resmen başlamış oldu.
Tatilde ne yapılacak? Çıraklık mı, onu geçiniz. Kitap okuma programı, eh belki. Kur’an kursu, şöyle böyle. Bir deniz kenarında veya köyde dinlenme, bakacağız artık.
Esasen tıpkı yıl içindeki müfredat gibi, tatil için de derli toplu bir alternatifler programı gerekiyor sanki. Çünkü kafalar tatilde bile karışık. Çünkü yaşama ritmi ve ölçüleri epey birbirine geçti. Net bakışlar, kuşku duymaksızın alınan doğru kararlar çağını arkada bıraktık sanki.
Çocukların birer proje çocuk olma aşamasına gönüllü ve hızlı geçtik. Ama projeler kağıt üzerinde durduğu gibi durmuyor. Çocuğu biçimleyen ağırlık noktası artık aile değil. Aileyi bile biçimleyen çok başka ağırlık noktalarının sarkaçları arasındayız. ‘Herşeyden ve hemen’ sıkılan insanlar çağındayız. Her şeye nüfuz eden yetinmeme, cansıkıntısı, merkezîleşememe, bir varolma biçimi olarak sınırsız egoizm duygularını, daha yaşarken çocuklara zerk ediyor, miras bırakıyoruz.
Onlar da ne yapsın, verileni alıyor, gösterildiği üzre yaşamaya başlıyorlar hayatın bir yerini.
Dün refîkimiz Kemal Öztürk bey bir tivit attı ve dedi ki: Mustafa Kutlu Ağabey aradı. Üç şey söyledi hafiften çarptı.
1- Şiir adamı birden kapar, perişan eder.
2- Şiir çevrilemez. Orijinalinden okumalısın.
3- Osmanlı medreselerinde Sâdî ve Hâfız ahlâk ve edebiyat dersi olarak okutulurdu. Öylesine bir eğitim kalitesi vardı.
Bendeniz özellikle üçüncü maddeye çarpıldım. Sâdi ve Hâfız’a. Divan edebiyatımızı besleyen bu iki ana damarın okullarda okutulması hakikaten müthiş.
Ha ne diyorduk? Vay efendim S-400’lerin saray savunması için alındığına dair bir duyum almış, yok efendim İHA’lar SİHA’lar yerli yapım değilmiş, yok başkan olunca şunu yakacakmış, şunu yıkacakmış… Ne oluyoruz kuzum? Geniş zamanlı varoluş ve düşünme biçimlerinden nasıl savrulduk da buraya geldik? Anladık bir ucuzlama her zaman vardı var olmasına ama bu eksi göstergeler de neyin nesi? İbn-i Haldun “Çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceği hususunun dikkatten kaçması tarihte vaki olan (ve gözden kaçan) gizli hatalardandır” demişti. Dikkat edilirse toplumların hayatı düşünürü doğrulamakla geçiyor. Karneler verildi demiştik. Evet ama her çocuğa “takdirname” verilmedi. Niye? Zorunlu olarak okuttuğumuz çocuklar 8 ay boyunca gelip gitmediler mi okula? Neden hepsine sırf bu sebeple olsun takdir belgesi verilmiyor? Taaccüp ettim. Hepsine benden takdir!
Ruhun sevinci
Doğaüstü olaylara ve meçhul güçlere tam bir teslimiyet sakıncalıdır. Zira bu hurafeye düşürür ve hayatı büyük bir kuruntuya dönüştürür.
Aynı şekilde bunu mutlak bir şekilde inkâr etmek de ondan daha az sakıncalı değildir. Zira bu, bilinmeyen kapıların hapsini kapatır ve görülmeyen tüm güçleri etmeye götürür. Oysa bunun sebebi o meçhul hakikatlerin bizim idrak alanımızdan daha büyük olmasından başka bir şey değildir. Bu durumda varlığa dair alan, güç ve değer azalmaya başlar ve varlığı bilinenden ibaret hâle getirir. Oysa şimdiye kadar bilinenler kâinatın büyüklüğü karşısında gerçekten ama gerçekten zayıf ve cılızdır. Seyyid Kutub-Ruhun Sevinci-Beyan Yayınları
Yerliler diyor ki:
Toprağın sahibi mi var? Nasıl oluyor bu? Nasıl oluyor da satılıyor? Nasıl oluyor da satın alınıyor? Madem ki o bize ait değil? Biz ondan geliyoruz. Evlatlarıyız onun. Daima böyleydi, daima. Canlı toprak. Kurtçukları nasıl büyütüyorsa, bizi de öyle büyütüyor. Onun kemikleri ve kanı var. Sütü var ve bizi emziriyor. Saçı var: çimenler, samanlar, ağaçlar. O patates doğurmayı biliyor. Evler doğurtuyor. İnsanlar doğurtuyor. O bize göz kulak oluyor, biz de ona. Çiça içiyor, davetimizi kabul ediyor. Biz onun evlatlarıyız. Nasıl oluyor da satılıyor? Nasıl oluyor da satın alınıyor? Eduardo Galeano-Ateş Anıları 1 Yaratılış- Sel Yayınları
Kahvedeki seviye
Cağaloğlu’nda bir kahvehane varmış. O kahvehanenin -bunun geçmişi Cumhuriyet’ten öyle yüz sene önce değil, on sene falan öncedir, belki de Cumhuriyet’e kadar da uzamıştır- duvarına Farsça bir beyit yazamayan adam o kahvenin müşterisi olamıyormuş. (İsmet Özel’den naklen)