Havalanına isim
Dünyanın en büyük havaalanını yaptık, ismini koymak dert mi oldu? Galiba öyle.
Şimdiden muhtelif isimler havada uçuşmakta.
Herkes kendi meşrebine göre bir isim olsun istiyor, haklı/haksız olarak.
Öne çıkan taleplere bakarsak şu ‘yeni’ isimlerin gündemde olduğunu görüyoruz:
İstanbul, Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan, Evliya Çelebi, Kanunî Sultan Süleyman, Vecihi Hürkuş, Lagarî Hasan, Hezarfen Ahmet Çelebî, Şehit Ömer Halisdemir, Sultan Alparslan, Abdülhamid Han, Yunus Emre, Mevlâna… Uluslararası Hamidiye yahut Uluslararası Süleymaniye Havaalanı olsun teklifleri de var.
İsim koymak ciddî bir iş.
Bir Dede Korkut yok ki boy boylatıp soy soylatarak isim vermeyi düşünsün.
Tarihî arka planımız görkemli olunca bir isim seçmek de elbette zor oluyor. Bununla birlikte bu işi vakit geçirmeden çözmemiz gerektiği de ortada. Bilemiyorum devletlüleri belki de çoktan bir isimde mutabık kalmışlardır ama çocuk artık doğdu sayılır, dolayısıyla ismin de bugünlerde artık dolaşıma girmesi elzem. İsimlerle bir alıp veremediğimiz var. Hafta sonunda Elazığ’da tatsız bir değişim yaşandı. Elazığ’ın ve ülkemizin yetiştirdiği değerlerden birinin ismi caddeden silindi ve sosyal medyadaki tepkiler üzerine “onun ismini daha büyük bir caddeye vereceğiz” denilerek yani bir şark kurnazlığına imza atıldı.
Özellikle İstanbul’da ısrarla yanlış yazılan yahut değiştirilen kimi sokak isimleri de başka bir tuhaflık. Çok mu zor, bu tabelalar hazırlanırken ehil bir veya birkaç ismin bunları denetlemesi. Yüzlerce yıllık hafızayı bir acemi eliyle bozma ısrarı niçin?
İsim koyarken serdedilen cehaletin esnaflar boyutu başka bir facia.
Özellikle de nevzuhur kafelerin tabelalarında ayyuka çıkan bu yanlış uygulama pes dedirtecek cinsten.
Daha çok tamlamalarda görülen bu iflah olmaz yanlış yazım ve izafe kuralları maalesef yaygın. Tabii şimdi Kültür Bakanlığı yahut Belediyelerin kültür birimlerine bu işle ilgilenmeleri rica edilse herhalde gülerler.
Neden gülüyorsunuz? Anlatılan sizin/bizim hikâyemiz değil mi? Daha doğrusunu yazmayı bilmiyorsak, doğruyu yapmaktan söz edebilir miyiz?
Sanat ve Sinema Yoluyla İletişimde İslam Dünyası’nın Zaafları
İslam coğrafyasında bölünmelere ve savaşlara yol açan siyasetlere rağmen hâlâ güçlü bir ortak tahayyül varsa bunu kopuşu önleyen birleştirici ruha, sanat ve kültüre borçluyuz. Fakat ne yazık ki siyasete ve savunmaya yapılan yatırımın yanında derin kültür ve tarih birliğini geliştirmek, sanatın iyileştirici gücünden yararlanabilmek için ayrılan kaynak son derece yetersiz.
2003 yılında Amerika Bağdat’ı vurmaya başladığında Doğu Konferansı inisiyatifi olarak ilk Şam ziyaretimizi gerçekleştirmiştik. Babasından devraldığı kapalı rejimi sürdürdüğü için davetine rağmen Beşar Esad ile görüşmeyi reddetmiştik grup kararıyla. Ankara’dan yola çıkan otobüsümüzdeki sol, islamcı, liberal, Hristiyan gibi farklı inanç ve eğilimlerden Türkiyeli yazarların hemen hiçbiri, daha önce bu muhteşem komşuya kültürel siyasal sebeple ya da habercilik adına ziyarette bulunmamıştı. Daha yüz yol öncesine kadar bir ve beraber, aynı ülkenin çocukları olan İslam dünyasının entelektüelleri, dünyanın başka yerlerinde sanatçı ve siyasetçilerle bir araya gelebilirken, kapı komşularının muazzam şehirlerini ve insanlarını merak etmemişti ne yazık ki. Birbirimiz hakkındaki malumatı bile Avrupa dolayımından, işlenmiş haberler üzerinden alabiliyorduk. Modernleşme Batılılaşma arzusunun bizi Albert Camus’un ölen annesinin cenazesi başındaki Mersault misali nasıl da derin bir yabancılaşmanın eşiğine getirdiği hepimizin malumu uzun bir hikâye.
Şam’da mümkün mertebe sivil insanlara, inisiyatiflere ulaşmaya çalışmıştık. Yazarlar Birliği ziyaretine katılan arkadaşlar hatırlayacaktır; derin bir dostlukla kucaklanmış, hatta 1. Dünya Savaşından beri “neden yüz yıldır gelmediniz bu kadar geciktiniz” diyen başkanın sitemleriyle karşılaşmıştık.
(...)
Ülkemizin ve Orta Doğu halklarının parçalanmasına duyulan korkuyu sadece silahla ortadan kaldırmak mümkün değil, buna acı tecrübelerden geçerek tanıklık ediyoruz. Coğrafi haritanın parçalanmasından önce ortak değerler ve birlikte varoluş tasavvuru derin yara alıyor. İç içe geçmiş tarihlerimizin edebiyata yansımış inceliklerini okumaktan mahrumuz. Herkes kendi gettosunda kendi hikâyesine kulak kesilmiş sadece. Terör örgütlerinin kültürel yönden mesafeleri açma çabalarının yarattığı uçurum, silahla verdiği zarardan kat be kat fazla. Orta Doğuda en büyük müşterek değer, darbelere tiranlarla baskılara ayrımcılıklara karşı duran, önüne her sandık konmasında uzlaşmayı barışı bir arada yaşamayı seçen milyonlarca insanın varlığı. Çoğunlukçu değil çoğulcu, edilgen değil katılımcı dinamik bir millet iradesi özlemi var. Bu halklara mal olacak eserleri, dilden dile aktarılacak sanatçıların gücünü etkisini ve bizi birleştirme potansiyelini devreye sokmayı gerektiriyor.
Eğitimin millî ve yerlisi
Okullar açıldı açılacak. Millî Eğitimin zilleri de çaldı çalacak.
Hafta sonu eğitimle ilgili olarak; kamuoyunun tanıdığı bir çok ismin katılımıyla yapılan son toplantı ilgi gördü. Neden görmesin, eğitim bu ülkede herkesi ilgilendiren bir yapının adı.
Tabii yine vecizeler, yaklaşımlar havada uçuştu. Eh bu da normal. Hariçten gazel okuyan bazıları ‘artık icraat zamanı’ diye gürledi. Bu ülkede iki konuda konuşmayanı döverler zaten, bunlardan biri din, diğeri de eğitimdir.
Yani eğitim konusunda herkesin bir fikri, bir cümlesi, yaklaşımı var. Fakat son toplamda baktığımız zaman iç açıcı bir durum göremiyoruz.
Yaklaşık 1 milyon personeli olan ve belki bir o kadarı da atanmak için bekleyen bir yapının en büyük sorunu ne yazık ki eğitim paradigmalarından önce personel sorunu gibi duruyor.
Umarız Sayın Selçuk, bu devasa problemin içinden sıyrılıp eğitim için gerçekçi ve yapısal yolları çizip yürüyebilir. Yoksa ne ki, bir bakarsın beş yıl gelmiş de geçivermiş.