Eylül
Bazı yapraklar daha Ağustos’ta düşmeye başlamıştı orada burada.
Sonra resmen Eylül geldi.
Sonbahar sanki bir çağın adı.
Yavaşlayan hareketler, bazı yeni başlangıçlar, duygularda rakikleşmeler…
Birdenbire kendi kendinle hesaplaşma anları.
Bir defter, bir resim, bir tesbihten yayılan eski zaman kırıntıları.
Bazı ateşler, bazı küller, tozlu camlarda dalıp gitmeler.
Bazı gençlerin okul telaşı.
Yapraklar düşmeye devam ederken, ekime hazırlanan, birkaç ay ileriye bakan bir çiftçi.
Yeni, mevsimlik bir ayakkabı. Hırkalara şöyle bir bakış.
Bir şehirlerarası yolculukta aklına ansızın düşen İdlib!
Geceleri artık hafifce üşütmeye başlayan serinlik.
Alınan bir ölüm haberinin mevsime yavaşça eklenmesi.
Başsağlığına karışan yapraklar yapraklar.
Aynalara bilgiç bir bakış dışarı çıkmadan önce.
Dünyadan çıkmadan önce bazı şeyleri gözden geçirme çalışmaları.
Cansıkıcı şeyler diye düşünmek, bazı cansıkıcı şeyler hakkında. Kendini hep haklı bulmak içten içe.
Bu yapraklar da niye böyle hızla düşmeye başladı sanki.
Sokakta kalanların artık geceleri üşümeye başlayacağı düşüncesinin yatağa uzanırken şöyle bir yanınızdan geçmesi.
Sahillerde bir yenilgi havası.
Ters çevrilmiş sandalyeler örtüsü alınmış masaların üzerinde yıldızlara bakıyor, baksın.
Bazı şeylerde kış tarifesine geçiş.
Turşu filan, martının umurunda değil.
Bazı köylerde odun kesme seslerinin hiç değişmeden yankılanması.
Kavaklarda yaprak dökümü ödevi için tam teslimiyet.
Bir kaç serçe, birkaç karga, biraz gök.
Yaylaların boşalması.
Dünya kaç kutuplu olursa olsun, Eylül’ün şaşmayan geometrisi. Gül şurupları vardı eskiden şişelerde.
Eskiden başka şeyler de vardı.
Eylül eski bir ay, onunla iktifa etmeli, mümkünse!
Batı hegemonyasının çıkmazları
Rönesans’tan, özellikle de 20. yüzyılın ortalarından itibaren, Batı bilimi olağanüstü bir güç haline geldi. Sırf insanî gayelerin hizmetine sokulan bu bilim, her insana yeryüzünde tam anlamıyla bir insan olmasının bütün imkanlarına kavuşmasına izin verebilirdi.
Maalesef bu gidiş, bilimle bilgelik arasında bir ayrılıkla, yani vasıtaların tertibi ile gayelerin tefekkürü arasında bir kopmayla sonuçlandı. Bilimin insanî gayesinin bulunmayışı, bilimi şu örtülü “teknik bakımdan mümkün olan her şey ister istemez temenni edilen şeydir” postulatına dayanan hakikî bir “araçlar dini”ne dönüştürdü ve bu müthiş gücün tabiat ve insanlar üzerindeki yıkıcı etkileri karşısında tamamiyle bir kayıtsız kalmaya götürdü. Çünkü tabiata karşı böylesi çapta bir saldırı, -tabiata karşı şiddet, kendisinde insanlara karşı şiddeti barındırdığı için-, insani güçlerin bir o kadar çapta seferber olmasını gerektirir.
Aslında bu bilim, kemmî (nicel, kantitatif) olmayan ve nesnelerle (ve “insanî” denilen “bilimler” tarafından nesnelerle bir tutulan insanlarla) oynamaya yönelmeyen her türlü bilginin şeklinin değerinin pozitivist bir reddi ve inkârıdır. Bu bilim çok dar bir uzmanlaşmaya götürür. Ayrıca teknokrat, yani bir çarkın dişlileri hâline gelmiş uzmanların çoğunluğunun sorumluluğu reddetmesine yol açar. Bu çarkın içindeki uzmanlar, hedeflenen gayelerden habersizdirler ve onlar, gaye sanki makinenin işlemesiymiş gibi, kendi kendilerine sadece “nasıl” sorusunu sorar, asla “niçin” sorusunu sormazlar. Roger Garaudy- İnsanlığın Medeniyet Destanı- Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları
Kapalıcarşı’daki Mısır Çarşısı
Son iki yıldır Kapalıçarşı’nın ana caddesinden geçenler şöyle bir manzarayla karşılaşıyor:
Alışılmış kuyumcu vitrinlerinin yerinde baharatçı, lokumcu, değişik aksesuarcı dükkânlar; oryantalist giysiler giydirip fotoğraf çektiren işyerleri…
Şüphesiz bu bir gösterge.
Ama bir şehre bir tane Mısır çarşısı yetmez mi?
Yassıada’nın son hâli
Havadan çekilen Yassıada fotoğrafı yayınlandı ve doğal olarak kimse beğenmedi.
Yarın bazıları bayıla bayıla gider belki, bilemeyiz.
Ama bu sonsuz beton aşkıyla nereye kadar Mayk? Ada orası yahu, adı üstünde ada.
29 yıllığına özel bir şirket tarafında kiralanan adanın işletme işlevi ile ilgili epey bir merak var, ömrü olan görür.
Yassıada yamyassı olmuş diyenler bütünüyle haksız değil.