Simyacılıktan umutsuzluğa…
Okumuşsunuzdur, ‘Simyacı’ Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun romanının adı. İlk kez 1988 yılında mütevazı bir yayınevi tarafından Portekizce olarak 900 adet basılmış. İkinci baskısı 20 bin kadar olmuş. Harper-Collins’in 1994’de İngilizcesini basmasıyla Coelho dünya çapında üne kavuşurken Simyacı da en çok satılan, okunan romanlarından birine dönüşmüş. Kitabın 170 ülkede satıldığı, 83 dile çevrildiği, yüz milyonlarca insan tarafından okunduğu söyleniyor.
Bunda Coelho’nun mistisizmle oryantalizm arasında gidip gelen dilinin, dinler arası ve üstü anlatılar içinde kendine yer edinmesinin önemli payı var. Cümleleri ve paragraflarının kısa, üslubunun masalsı olması da çok satılmasının, çok okunmasının bir diğer nedeni olabilir. Ama bana öyle geliyor ki Simyacı’nın bu denli geniş bir kitleye ulaşabilmesinin asıl nedeni zamanın ruhunu, Coelho’nun tanımladığı biçimiyle “Dünyanın Ruhunu” yakalayabilmiş olması.
Bize, okuyucusuna çok çalışırsak, denemekten vazgeçmezsek hayallerimize ulaşabileceğimizi anlatıyor. Hayal ettiklerimizin uzak diyarlarda değil yanı başımızda, onun kahramanı Santiago’nun yıllar süren uğraşlarından sonra fark ettiği gibi hayallerimizi kurduğumuz eski bir mabedin avlusunda olabileceğini söylüyor. Bunu anlamanın yıllar sürebileceğini ama Coelho öyle demese de ‘başarıya’ ulaşmak için kendimizi aşmamız gerektiğini vurguluyor.
* * *
Santiago’nun otlattığı koyunlarına bakarken düşündükleri de zaten kitabın ilk sayfalarından itibaren kendimizi aşmak için ne yapmamız gerektiğinin mesajını açık bir şekilde veriyor. Başarının koyunlar gibi gündelik mutluluklar peşinde koşmakla gelmeyeceğini, gelecek için bugünden fedakarlık etmemizi, hayallerimize ulaşmak için birlikte olmak isteyeceğimiz kumaş tüccarının kızından bile vazgeçmemizin şart olduğunu rüyalar, kahinler ve falcılarla bize aktarıyor.
Coelho, Santiago’yu da okuyucusunu da kitabın yarısından itibaren aşkınlığa taşımayı başarıyor. Santiago artık ismiyle anılmaz oluyor. İçimizden biri haline dönüşüp Özdemir İnce’nin çevirisinde “delikanlı”, İngilizcesinde “the boy” olarak protagonistliğini sürdürüyor. Onun kendisini aşmasına yardımcı olan çok insan ve obje var. Çingene falcı, 200 yaşındaki simyacı, Salem Kralı Melchizedek, çöl güzeli Fatima bunların başında.
Fakat onun Nietzsche’nin Ubermenske benzeri bir ‘olgunluğa’ ve aşkınlığa ulaşmasını asıl sağlayan çok çalışması, hayalin peşinden ısrarla koşması, korkularını yenmesi. Coelho çok çalışırsak hayallerimiz kurşunu altına çevirmek dahi olsa başarıya ulaşabileceğimizi, ama onları doğru yerde aramamız gerektiğini dünya kapitalist sisteminin ve Amerikan rüyasının ima ettiğinden çok daha yetkin şekilde, lirik diyebileceğimiz bir dille anlatıyor.
Bizi Soğuk Savaş sonrasının liberal dünya düzeninin sunduklarıyla orantılı bir büyük anlatının katılımcıları olmaya davet ediyor. Zaten Simyacı Narsisizmin kötü bir şey olmadığını anlatan bir küçük hikayeyle karşılıyor okuyucularını daha ilk sayfasından. Kendi güzelliğinin cazibesine kapılıp göle düşerek ölen Yunan mitoloji kahramanı Narkissos’un ölümüne mitolojiden farklı olarak, gölün de ağladığını, sularının gölün döktüğü gözyaşları yüzünden tuzlandığını, çünkü gölün kendi güzelliğini Narkissos’un’in gözlerinde gördüğünü Oscar Wild’a atıfla aktarıyor.
Yani kendi güzelliğimize, gücümüze, dolaysıyla da başarımıza hayran olmanın kötü bir şey olmadığını, Rousseau’nun ve Freud’un yanıldığını, kendimize olan hayranlığımızdan başkalarının da yararlanabileceğini, onların da kendi güzelliklerinin farkına varabileceğini anlatıyor Coelho 1980’lı yılların sonu ve özellikle de 1990’ların başında. Tam da liberalizmin galibiyetinin ilan edildiği, Keynezci ve sosyalist toplumcu kurtuluş reçetelerinden vazgeçildiği, refah devleti anlayışından uzaklaşıldığı bir zaman diliminde.
Simyacı şimdi yazılsaydı bu kadar geniş bir okuyucu kitlesine ulaşılabilir miydi doğrusu emin değilim. Krizlerle, salgınlarla, popülist politikalarla umutsuzluğun zamanın ruhu haline geldiği bir dönemde Coelho sanırım eski başarısını yakalayamaz, kitabını yüz milyonlarca insana ulaştıramazdı. Okuyan mutlaka yine olurdu ama etkisi sınırlı kalır, çok daha az sayıda insan simyacısını Santiago gibi umudun yeşerttiği mistik karakterler arasında arardı.
Benim görebildiğim kadarıyla bugünün simyacıları, daha doğrusu guruları ya da mentorları bambaşka insanlar. Yeni kuşaklar kurşunu altına çevirmenin reçetelerini edinmekten, başarı için çalışmanın şart olduğunu dinlemekten çok hayattaki başarısızlıklarıyla nasıl baş edeceklerini öğretenlerle ilgileniyorlar. Onların aradığı akıl Mısır çöllerinde, Tanca’nın sokaklarında ya da Ortadoğu’nun oryantalizme mahkum edilmiş anlatısında değil.
* * *
Yeni kuşaklar aklı eski Yunan’da, Roma’da, Stoacılık’ta, Zenon’da, Seneca’da, Marcus Arelius’ta arıyorlar. Başarının kendi içlerinde yaşandığını hissetmeye çalışıyorlar. Dünyayı değiştiremeyecekleri için kendi hırslarıyla, hayalleriyle baş etmeyi, beklentilerini büyütmekten ziyade küçültmeyi öğrenmeye çabalıyorlar. Minimalizm ve Tiny House akımları da muhtemelen boşuna popüler olmadı.
Kim bilir belki de böylesi, yani Übermensch olacağımıza sıradan insan olmak çok daha iyi, çok daha huzur verici. Yine de okumadıysanız Simyacı’yı okumanızı öneririm. Kolay okunan, güzel bir masal. Başkaları içinde biraz Mesnevi, biraz Siddhartha, biraz Küçük Prens var diyor. Ben Varoluşçuluğun da izlerine rastladım. Siz mutlaka farklı şeyler bulacaksınızdır.
Bizim evdeki Can Yayınları’nın Temmuz 2008 tarihli, 102’inci baskısı. Eminim aradan geçen 12 yıl içinde başka baskıları da olmuştur. Bir de okurken Coelho’nun şarkı sözü yazarıyken birlikte çalıştığı, ömrü 35 yılı geçmeyen Elis Regina’nın söylediği Portekizce klasiği Aguas De Março’yu dinlemeyi ihmal etmeyin derim. İyi ve sağlıklı bir Pazar günü dileğiyle…