Schadenfreude
Schadenfreude bir başkasının başına gelen tatsızlıktan, felaketten, aşağılanmadan zevk alma haliymiş.
Almanca iki kelimenin birleştirilmesinden sentetik olarak üretilmiş. Wikipedia Almancada 1740’lardan, İngilizcede ise 1850’lerden itibaren kullanılmaya başlandığını yazıyor. Tanımladığı durum psikolojinin alanına girmesine karşın felsefede, edebiyatta ve hatta müzikte de karşımıza çıkıyormuş. Bob Dylan’ın 1965 bestesi “Like a Roling Stone” tam da bu insanlık halini anlatıyormuş.
Bense Schadenfreude’yi üstünlük kompleksi hakkında bir şeyler yazmak için araştırma yaparken tesadüfen keşfettim. Amacım gözlemlediğim bir davranış biçimini tanımak ve tanımlamaktı. Markette kafanızı buzdolabının içine sokmuş süt ya da yoğurt almaya çalışırken kendinden emin bir ses tonuyla “müsaade isteyen” ve geri çekildiğinizde sütünü, yoğurdunu alan, sizin ona müsaade etmenizi kendinde hak gören insanları, genellikle de kadınları nasıl anlatırım derken rastladım.
***
Ama aslında Schadenfreude bu abartılı özgüven durumunu doğrudan tanımlamıyor. Markette, pazarda ve daha pek çok yerde geçiş veya alışveriş önceliğine sahip olduğuna inanan insanlar kibarlığınızdan ya da boş bulunmanızdan dolayı düştüğünüz komik durumdan özel bir zevk almıyor. Çünkü onlar sizi, beni görmüyor, önemsemiyor. Onlar kendilerinin paraları, mevkileri, okuduğuma göre bazen de giysileri yüzünden daha fazla hakka sahip olduğunu düşünüyor. Hiç sıkılmadan, suçluluk duymadan başkalarını yerinden, sırasından edebiliyor.
Muhtemelen bu patolojik tavır Schadenfreude’den ziyade İkarus komplesiyle, Hubris terimiyle ya da Dunning-Kruger etkisiyle daha iyi anlatılabilir. Belki içinde biraz Narsisim de katılabilir. Nihayetinde kendine bir şekilde aşık insanlar geçiş ve alışveriş önceliklerini doğuştan kazandıkları hak olarak görüyorlar. Sizin bulunduğunuz noktadan uzaklaştırarak geçmeyi, buzdolabı önünde sıra beklemeksizin istedikleri ürünlere ulaşmayı doğal buluyorlar. Tek yapmaları gereken emir kipinde müsaade istemek, yani “haklarını” talep etmek.
Alfred Adler -her ne kadar buzdolabına başını sokma önceliği üstünde durmasa da- bu tür davranış biçimlerini 1920’lerde Viyana’da yaptığı çalışmalarda aşağılık kompleksiyle açıklamış. Bazıları duydukları ezikliği üstünlük taslayarak aşmaya çalışırlarmış. Vera Hoorens üstünlük hissetme duygusunun kendi başına bir patolojik durum olduğu iddiasında bulunmuş. Böylesi davranışlar sergileyen insanların temel sorunu başkalarıyla olan ilişkileri değil kendileri hakkında hissettikleriymiş.
Sebebi ne olursa olsun, insanlar hangi dürtüyle hareket ederse etsin belli ki bu tür davranış biçimleri sağlıksız, ama galiba pek çok yerde sıklıkla rastlanması yüzünden de “normal”.
Hukuken, ahlaken ve daha pek açıdan eşit olduğumuz şartlarda o kadar çok ayrıcalık kullanılıyor ki ben bile arkamdaki otoriter ses tonunu duyunca teslim oluyorum. Hiç hakkı olmayan bir ayrıcalığı talep ettiği anda edene tanıyorum. Herhalde içimden istediğine göre hakkı var, onu birkaç saniye dahi bekletmem doğru olmaz diyorum.
Kenara çekiliyorum, elimdeki sütü yoğurdu rafına bırakıp onun almasını bekliyorum. Oysa elimdeki ürünü rafına koymakla, market arabasına koymak arasında bir zaman farklı yok. Her ikisi de birkaç saniye içinde bitecek eylemler. Fakat arkamdaki otorite bana yaptığım işi yarım bırakmam gerektiğini ima ettiği için ben itaat etmeyi, düşündüğümde pişman olsam da refleks olarak ona “müsaade etmeyi” seçiyorum. O da genellikle teşekkür etmeden hakkı olanı aldığı, öncelik ayrıcalığını kullandığı için dudaklarında zaferini kutsayan bir tebessümle işini bitirip gidiyor.
İlginç bir şekilde aynı insan kasada ayrıcalık talebinde bulunmuyor. Buzdolabının, soğutucunun önünde ya da koridorda hissettiği öncelik hakkını oraya tahvil etmiyor. Çünkü kasada sıra beklemesi gerektiğini biliyor. Ne de olsa kasa sırası artık kurumsallaşmış bir davranış kalıbı. Orada ayrıcalık yok, her yaş, gelir ve statüdeki insan beklemek zorunda. Geçiş önceliği kasanın hemen önünde bitiyor. Yeni bir hakkın talep edilmesi için de trafiğe çıkılması, önde giden araçtan kazayı göze alarak şerit değiştirmesinin istenmesi gerekiyor.
Trafikte “müsaadeyi” uzun farlarınızı önünüzdeki aracın sürücüsünün sinirlerini bozacak frekansta yakıp-söndürerek istiyoruz. Yanında bir başka aracın olması, hız sınırı bulunması gibi teferruatlar bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Tüm otoritemizi kullanarak, kimliğimizi ve benliğimizi ortaya koyarak, bu sefer de genellikle erkekler olarak “hakkımızı” talep ediyoruz. Geçiş önceliğimizi o anda alamazsak da sarsılıyoruz. Bazen önümüzdeki saygısız, en azından egomuza karşı saygısız aracı durdurarak sürücüsünü dövmeye ya da öldürmeye kalkıyoruz.
***
En istediğimiz şeyi, fiziki şiddet kullanmayı her zaman gerçekleştiremediğimiz için de sözlü şiddetle, sen benim kim olduğumu biliyor musun bakışıyla ya da sıradan bir küfürle yetiniyoruz. Fakat haklı olup olmadığımızı, o özel durumda geçiş üstünlüğümüzün bulunup bulunmadığını kendimize sormuyoruz. Oysa bir sorabilsek, sormayı öğrenebilsek, markette de, trafikte de tanımlanmamış ayrıcalıklar dışında ayrıcalığımızın olmadığını anlayabilsek, daha iyi, daha konforlu ve tabii ki daha sağlıklı bir hayatımız olacak. Biz değiştiğimizde siyaset de değişecek.
Kim bilir belki de çok sağlıklı yaşamak, tüm sorunlarımızı çözmek, kendimizle hesaplaşmak istemiyoruz. Shadenfreude de Almanca olduğu için bize ait değilmiş gibi geliyor. Sandalyesinden düşen ve canı acıyan insanlara güldüğümüzü, sevmediklerimiz haksızlığa uğradığında haksızlığa sevindiğimizi, haksızlığı meşru gördüğümüzü, rakip takıma veya kızdığımız ülkelerin başına gelen felaketlere karşı en iyi ihtimalle kayıtsız kaldığımızı unutuyoruz. Adalet duygumuzun bu tür gündelik pratiklerle eriyip gittiğini ise hiç fark etmiyoruz. İyi, mutlu ve her anlamda adil geçecek bir bayram dileğiyle…