Melez savaş…
1970’li ve hatta 1980’li yıllarda okurken bizim için iki tür savaş vardı. Birine iç savaş derdik, diğerine de düpedüz savaş. İkinde bir ülkenin içindeki organize aktörler savaşır, diğerinde ise en az iki devlet. Birincisinin de ikincisinin de alt türleri çoktu.
O zamanlar da savaşları, tüm diğer toplumsal olaylar gibi, sınıflandırır öyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırdık. Konvansiyonel savaş, nükleer savaş, bölgesel savaş, gerilla savaşı ve tabii ki hızına istinaden Blitzkrieg gelirdi bildiğimiz ve yaptığımız sınıflandırmaların başında.
***
Belki melez savaşlar o zaman da vardı ama adını çok duymaz, en azından bu şekilde tanımlamaz, baktığımız bir savaşa “bu melez” veya “hibrit” demezdik.
Gözde Karaoğlu’nun geçtiğimiz yıl Siyasal Kitabevi’nden çıkan Uluslararası İlişkiler Tahlilleri kitabına bulunduğu katkıda belirttiğine göre savaşların melezliğine ilişkin ilk kapsamlı tanımlama 2007 yılında Frank Hoffman tarafından kaleme alınan bir makalede Hizbullah’ın savaş taktiklerini anlatmak için yapılmış.
Rusya Genelkurmay Başkanı Valery Gerasimov da melez savaş kavramını stratejiyle birleştirmiş. 2013 yılında yayınlanan bir yazısında kendi adıyla anılacak doktrinin temellerini atmış. Bir yıl sonra da Kırım müdahalesinde bu doktrinin, anlayışın etkin biçimde uygulamaya konduğu görülmüş.
Karaoğlu ve başka pek çok uzmanın yazdığı gibi bu tür savaşların temel özelliği askeri unsurların rütbesiz, üniformasız kullanılması, propaganda ve yanıltma dahil her tür yöntemin aynı anda devreye sokulması.
Benim gibi savaş denince aklına Clausewitz gelen ve savaşı siyasetin başka araçlarla devamı olarak gören insanlar için bu tür sınıflandırmalar, anlamlandırmalar çok açıklayıcı ve yönlendirici gelmese de artık karşımızda melez savaş diye bir gerçeklik olduğunu kabul etmek, ona göre tedbir almak zorundayız.
Bu sadece bize yönelik savaşlar ya da bizim başlattığımız müdahaleler açısından değil, Rusya ve Ukrayna gibi hassas ilişkiler sürdürdüğümüz devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerini anlamamız açısından da önemli. Ayrıca belli ki melez savaş kavramını bundan sonra daha çok duyacağız.
Bir yandan nükleer silahların varlığı, karşılıklı bağımlılıkla griftleşen ekonomik ilişkiler; çoğu savaş, müdahale hallerinde var olan meşruiyet açığı; siber uzayın sağladığı anonim saldırı imkanları ve FaceBook başta olmak üzere sosyal medyanın asimetrik etkileşim potansiyeli savaşları daha çok melez hale getirecek.
En kötüsü de savaş ile barış arasındaki sınır kalkacak. Savaş, Sean McFate’in dediği ve istediği gibi ebedi hale gelecek. 1928’de imzalanan Kellogg-Briand Paktı’ndan bu yana sürdürülen çabalar, BM Şartı’nın savaşı gayri-meşru sayması unutulacak. Devletler kendilerini savaşa hazır tutmakla kalmayacak sürekli savaşır olacak.
Diplomatik pazarlığının, dünya siyaset sahnesinde etkili olmanın yöntem ve biçimi değişecek. Mary Kaldor’un yeni savaşlar dediği kavram muhtemelen yeniliğini yitirecek, David Kilkullen’in kalkışma karşıtı stratejileri olasıdır ki gündemden düşecek.
Diğer yandan pek çok devlet ve yönetim de Kopenhag Okulu’nun literatüre hediyesi güvenlikleştirme kavramını, daha doğrusu sürecini çok daha etkin bir şekilde kullanmak imkanına kavuşacak.
En demokratik denen ülkelerin bile bu ikilemi aşmaları, özgürlük-güvenlik dengesini eskisi gibi kurmaları kolay olmayacak. Çünkü hem gerçekten melez savaş tehdidine maruz kalacaklar. Hem de onlar bu tür tehditleri kendi iç dinamikleri ve iktidarları için kullanmak isteyecekler.
***
Çözüm bulunabilirse sanırım demokratik kontrol ve denge mekanizmalarında bulunacak. Biraz da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Roma Statüsü benzeri bağıtlarda. Ama aynı zamanda melez savaş tehdidini de ciddiye almakta. Ne sadece demokrasi yeterli, ne de sadece tedbir ve tepki.
Türkiye gibi ülkelerin bu alanda asimetrik kadar simetrik cevaplar da üretmesi, siber saldırıya gerekirse siber saldırıyla cevap vermesi, yönlendirmeyse yönlendirme yapması, dünyanın anlayacağı dilden konuşması, en önemlisi de kırılganlığını arttıran meşruiyet açığını her alanda kapatması gerekiyor…