Janus’un iki yüzü
Janus Roma’nın Hristiyanlığı kabul etmeden önceki tanrılarından biri. Kapıları, geçişleri koruduğuna inanılmış, şehrin ve imparatorluğun mitolojisinde kendisine zamana ilişkin anlam ithaf edilmiş.
Biri geçmişe, diğeri de geleceğe bakan iki yüzü var. İlki genelde daha genç, ikincisi ise daha yaşlı ve sakallı. Muhtemelen zamanın akışıyla kazanılan tecrübeyi ima ediyor. Ama diğer yandan yılın ilk ayına da adını veriyor.
Benim Janus’la tanışmam 1970’li yıllarda Raymond Aron sayesinde oldu. Kimin dersiydi, Aron’un hangi kitabıydı, neye atfen Janus kullanılmıştı hatırlamıyorum, ancak Janus aklımda siyasetin ve gerçeğin en az iki yüzü bulunduğu, bugünü değerlendirirken geçmişi ve geleceği birlikte düşünmenin gerekli olduğu şeklinde kalmış. Eminim Aron’u okuyanlar ve Janus’u bilenler ona farklı anlamlar da yüklemiştir.
Bu yazıya Janus’la başlamamın sebebi ise 27 Şubat gecesi yaşadığımız büyük sarsıntıyı değerlendirirken geçmiş kadar geleceğe bakmanın ve aynı zamanda bugünü iyi analiz etmenin gerekli olduğunu düşünmem yüzünden. Çünkü akılcı bir çözüm ne sadece geçmişin hatalarıyla, ne de sadece geleceğe ilişkin iyi niyetli öngörülerle mümkün. Hem geçmişten ders çıkartmamız, hem günün gerçeklerini görmemiz, hem de geleceği planlamamız şart.
Geçmişten, en az 36 askerimizin hayatına mal olan son menfur saldırıdan sayısız ders çıkartabiliriz. Keşke Suriye savaşına taraf olmasaydık, keşke rejimle bir an önce barışsaydık diyebiliriz. Ancak bunların her biri siyasi açıdan anlamlı ve doğru olsa bile geleceği şekillendirmek açısından yerinde önermeler değil. Siyasi iktidarı sorumlu tutabiliriz fakat zamanı geri saramayız.
Bana öyle geliyor ki, gelecek için geçmişten çıkartılacak ilk ders askerlerimizin siyasi ilişkilere, Rusya ile kurulan karşılıklı bağımlılık dengesine güvenerek hava koruması olmaksızın sahaya sürmenin ne denli riskli olduğunu görmemiz olmalı.
Brinkmanship politikasıyla, kriz yönetimiyle istediklerimizi bu ülkeye kabul ettirmemizin zorluğu sanıyorum şimdi iyice anlaşılmıştır. Rusya ile çatışma olasılığını, tatsız sürprizleri artık ciddiye almak zorundayız. Belli ki Rusya’nın önceliği Türkiye değil.
Bundan çıkartılacak bir diğer sonuçsa Suriye sorununun siyasi çözümü için özellikle 27 Şubat sonrasında kazandığımız askeri avantajı diplomasiye tahvil etmek, Rusya başta olmak üzere dünyayı masaya oturtmak olmalı. Hepsinden önemlisi de Suriye’deki fiili varlığımızın uzun süreli olamayacağını görmek, çıkarlarımızı yeniden ve daraltarak tanımlamak, müdahalemizin siyasi hedeflerini gözden geçirmek.
Ben Türkiye ile Rusya’nın düşman değil dost olması gerektiğine düşünenlerdenim. Rusya ile çatışacağımıza, onların imkanlarından yararlanmalı, gerektiğinde dengeleyici bir unsur olmasını sağlamalıyız. Ankara’nın bu olayda Moskova’yı doğrudan karşısına almamasını da anlayabiliyorum. Ne tırmanmadan, ne de teslimiyetten kazançlı çıkarız. Diyalog kanallarının açık olması hala önemli.
Fakat bu tespit geçmişte hata yapılmadığı, bu hatadan ders çıkartılmasının gerekli olmadığı anlamına gelmiyor. Taktik hatamız yukarıda da söylediğim gibi Rusya’nın dostluğuna güvenip hava savunmasını ihmal etmekti. Stratejik hatamız ise S-400’leri satın almak. Yine zamanı geri saramayacağımıza göre yapılması gereken ABD ile bir modus vivendi yaratmak, İdlip krizinin oluşturduğu sempatiden yaralanarak F-35 programına geri dönüşün yollarını aramak.
Bu tabii ki ABD ile bütün sorunlarımızın çözüleceği, Trump yönetiminin ya da bir başkasının Türkiye’nin tüm beklentilerini karşılayacağı anlamına gelmiyor. Ancak şartlar bizi Washington ile yakınlaşmaya itiyor. Yapılan açıklamalardan, bir süredir yayınlanan taziye mesajlarından anlaşıldığı kadarıyla Washington da İdlip krizini fırsata çevirmeye, iki ilişkilerde yeni bir ivme yakalamaya çalışıyor.
Ben bunu kaçırmayalım derim. Kaçırmamız gereken bir başka fırsat da Washington Antlaşması’nın 4. Maddesinden doğan dayanışma ruhunu diğer NATO müttefiklerimizle ve AB’yle olan ilişkilerin normalleşmesine tahvil etmek olmalı. Bunun da yöntemi içimize çeki düzen vermekten, insan hakları sorunlarımızı çözmekten, sembolik önemdeki davaları acil olarak hukuka ve yasalara uygun şekilde sonlandırmaktan geçiyor.
Kabul etmeliyiz ki, sığınmacılara kapıları açmak insani açıdan da, siyasi açıdan da en yaratıcı çözüm değil. Belki bazı ülkelere yerine getirmedikleri sorumlulukları hatırlatabilir ama doğabilecek insani, siyasi ve diplomatik krizlerden biz çok daha fazla etkileniriz. Umarım Türkiye bu konuda yeniden sağduyuya döner, komşularını ve Avrupa’nın belli başlı ülkelerini Suriye sorununda karşısına değil yanına alır.
Yaşadığımız şoka, kaybettiğimiz insanlarımıza, hissettiğimiz acıya, hayal kırıklığına, yenilgi duygusuna ve hatta iktidara duyduğumuz tepkiye rağmen ülkemize güvenelim. Son birkaç gün içinde üretilen askeri tepkiyle rejim güçlerine ve müttefiklerine verilen zarar gerçekten büyük. Rusların çok güvendiği ve pek çok ülkeye sattığı yakın mesafe hava savunma sisteminin dronlarımızca vurulması kendi başına bir gösterge.
Ama bir daha bu tür acıların yaşanmaması için askeri ve siyasi tedbirleri de alalım. Yaşadığımız krizden kimseye söylemesek de dersler çıkartalım. Sosyal medyayı kapatmak için uğraşacağımıza sağlıklı bilgi akışı sağlayalım. Dünyayı doğru okumaya, beklentilerimizi imkanlarımızla orantılı hale getirmeye çalışalım. Unutmayalım ki, bizim gibi ülkelerin asıl gücü sahaya sürdüğü askerlerinden, müdahale yeteneğinden çok ikna kabiliyetinden, diplomasisini etkin kullanımından kaynaklanır. Bir kez daha başsağlığı ve geçmiş olsun dileklerimle…