Gevşek bağlı dostluklar, küçük mutluluklar…
Mutlaka sizin de başınıza gelmiştir. Hiç beklemediğiniz bir anda, hiç tanımadığınız ya da tanıdığınız fakat tanışmadığınız biri size selam vermiş veya belli belirsiz gülmüştür. İçinizi bir sıcaklık kaplamış, kendinizi iyi hissetmişsinizdir. Ama muhtemelen hissettiğiniz bu duygunun ne anlama geldiğini, üstünde uzmanların çalışıp çalışmadığını düşünmemişsinizdir.
Doğrusu ben de hiç düşünmemiştim. BBC’de Ian Leslie’nin yazdıklarını okuyunca Stanford’dan Mark Granovetter’ın daha 1973 yılında bu konu üstünde çalıştığını, iş piyasasının belirlenmesine etkilerini araştırdığını öğrendim. Granovetter yakınlar arasındaki derinliği olan ilişkilerin öneminden bahsedenlere rastlantısal olanların da önemli olduğunu göstermiş, “gevşek bağlı dostluklar” diye bir kavram üretmiş.
Ancak benim asıl ilgimi çeken Leslie’nin pazartesi günleri katıldığı koro çalışmalarından sonra kendini iyi hissetmesini yüzeysel imasında bulunduğu konuşmalarına ve boyutları gündelikle sınırlı ilişkilerine bağlaması, salgın sırasında yalnız kalmasının kendisi için doğurduğu sonuçlardan yakınması oldu. O, konuyu daha sonra ofis çalışmasının faziletlerine çekse de ben pazartesi akşamında kaldım.
Çünkü bazen bir bakışla, bazen bir selamla, bazen de Ian Leslie gibi koro çalışması öncesi ya da sonrasında konuşulan havadan-sudan şeylerle kurulan gevşek bağlar insani yönümüzü besliyor. Gündelik koşuşturma içinde unuttuğumuz, baskı altına aldığımız duygularımızın açığa çıkmasına yardımcı oluyor. Farkında olmadan yabancılaştırdığımız, ötekileştirdiğimiz insanları insan olarak görmemizi sağlıyor.
İçimize kapanmamızda, etrafımızdakilerden yabancılaşmamızda siyasetin kutuplaştırıcı dilinin etkisi olduğuna şüphe yok. Ancak siyasetin, siyasetçinin kutuplaşmayı tek başına inşa ettiği tartışmalı. Nihayetinde bireyle siyaset arasındaki etkileşim iki yönlü. Zemini biz temin ediyoruz, siyaset üstünü tamamlıyor. Modernleşme ve şehirleşmeyle birlikte yürüyen, siyasetle ivme kazanan bir algısal değişim söz konusu olan.
Çevremizdeki insan sayısı arttıkça daha azıyla duygusal iletişime geçiyor, böylece daha az insana karşı sorumluluk hissediyoruz. “Şehirleştikçe” ilişkilerimizin niteliği daha fazla formalitelere dayanıyor. Sentetikleşiyor, insani özünden uzaklaşıyor. En bariz ifadesini de uluslararası markaların satış stratejilerine yansıyan yapmacık hatır sormada, aldığımız kahvenin kabının üstüne ismimizin yazılmasında buluyor.
Tanımadığımız insanlara selam vermemeye, oturduğumuz apartmanın asansöründe karşılaştığımız komşularımızdan bakışlarımızı kaçırmaya çalışıyoruz. Tanışmanın sosyal bedelini ödemek istemiyoruz. Haklı nedenlerimiz ve kötü deneyimlerimiz olsa da içimize kapanmak bizi zayıf bağlara dayalı dostluklardan, arkadaşlıklardan, onların verdiği hazdan, mutluktan mahrum ediyor
Ben kendi adıma eski günleri, gevşek ilişkilerin kolay kurulabildiği zamanları özlüyorum. 40 küsur yıl önce Exeter’de dil öğrenirken bahçelerindeki dalları, çiçekleri budayan yaşını-başını almış insanların gelip geçenlere havanın ne kadar harika olduğunu hatırlatmalarını duymak, çocukluğumda gittiğim Cumali köyünün kahvesindeki içten hoş geldinleri işitmek, Gelibolu’daki komşumuz Nedim beyin gülen yüzünü görmek istiyorum.
Ama artık Exeter de, Gelibolu da, sanırım Cumali de değişti. Nedim bey gibi eski komşular, duyarlı kahve müdavimleri, güneşli havalarda keyfi yerine gelen bahçe meraklıları kalmadı. Bundan sonra kuralla değil istisnayla yetinmek zorundayım. Yine de şanslı sayılırım, yaşadığım çevrede insanlar az da olsa birbirini selamlıyor, alışveriş ettiğim süpermarketin kasiyeri yaşıma istinaden ve salgına ithafla kendime dikkat etmem gerektiğini söyleyebiliyor.
Bir başka şansım da yalnız olmamak, etrafımda yakınlarımın, arkadaşlarımın, çoğu genç sevdiğim meslektaşlarımın, etkileşimi kaybetmediğim eski ve yeni öğrencilerimin, hatta okurlarımın olması, gevşek bağlı ilişkilerle güçlü bağlı ilişkiler arasındaki çizginin benim alanımda görece kolay aşılması. Ayrıca sosyal medyayı da unutmamam gerek.
İş piyasasında Granovetter’in 1970’lerde tahayyül dahi edemeyeceği Linkedin var. Facebook ve Instagram da gevşek bağ açığını bir şekilde kapatıyor. Yapılan bir yorum, gönderilen bir gülücük bize iyi gelebiliyor. Daha önce tanımadığımız, tanışmadığımız insanlarla ortak noktalar bulabiliyoruz. Sanal da olsa sevildiğimizi, az da olsa önemsendiğimizi hissetmek mutluluk verebiliyor. Taziye mesajlarından, kutlamalardan belli ki hoşlanıyoruz.
Benim hoşlandığım bir başka şey de müzik dinlemek. Onunla da bir tür bağ kurabiliyorum. Mesela Sibelius’u dinlerken Finlandiya’yı, Grieg’i dinlerken Norveç’i düşünüyorum. Birinde Helsinki’de karlarla kaplı koca bir meydan, diğerinde Ibsen’in kaldığı, bizim de Oslo’da okurken zaman zaman kremalı pasta yediğimiz Karl Johans’daki Grand Hotel geliyor aklıma. Smentana ise benim için Prag’da Karl Köprüsü demek.
Brahms’ın Wiesbaden’de yazdığı Üçüncü Senfoni Ren nehrinin Bonn kıyısını, Souad Massi’nin Ghir Enta’sı bir zamanlar gidip hayran olduğum Cezayir’i, başkentin yaz rüzgarında sallanan kalın kumaş gölgeliklerini anımsatıyor. America’dan “A Horse with No Name”, Carpenters’dan “Close to You”, Chicago’dan “If You Leave Me Now” olmazsa olmazlarımdan. Tabii ki Candan Erçetin ile Zeynep Özyılmazel de var listemde. Orhan Gencebay’ı da ihmal etmem. Sözü değilse bile sesi, ritmi, müziğinin aksak akışı büyüler beni.
Bugün yalnızsanız ya da yalnız hissediyorsanız hoşlandığınız bir müziği içinize sindire sindire dinleyin derim. Müzik biraz sarılırsanız sizi de alıp götürecek, bambaşka yerlere, insanlara, zamanlara taşıyacaktır. Benim önerim Eleni Karaindrou’dan Ulysses’ Gaze ile başlamanız. Belki yarın sokağa çıktığınızda da tanımadığınız birine belli belirsiz güler veya selam verirsiniz, zayıf bağların gücünü, iyileştirici etkisini deneyimlersiniz. Huzurlu bir gün ve iyi bir yıl dileğiyle…