Eski güzel günlere dönmek mümkün mü?
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Türkiye’nin tek bir güvenlik ve dış politika sorunu vardı, o da Sovyetler Birliği’nin kendisine yöneltmiş olduğu tehditti.
Komşusu boğazlarında üs, sınırlarında değişiklik talep etmekteydi. Savaş içinde tarafsız kalmaya, çıkarlarını savaşa girmeden maksimize etmeye çalıştığı için yalnızdı. Müttefiklere, desteğe ihtiyaç duyuyordu.
İlk destek 1946’da üç savaş gemisinin Dolmabahçe açıklarına demirlenmesiyle geldi. Savaş sırasında Washington’da ölen Türkiye Büyükelçisinin na’şı İstanbul’a gönderilmiş, Sovyetler Birliği’ne de güçlü bir mesaj verilmişti. Daha sonra Truman Doktrini ilan edildi. Derken Marshall Yardımından yararlandı. 1952’de ise NATO’ya girdi.
1950’lerin ortalarına kadar Türk dış politikası siyah-beyaz Hollywood filmlerini aratmayacak kadar tek boyutluydu. Gündeminde tek sorun ve stratejik aklında tek politika vardı. Kıbrıs sorununun dünya siyaset sahnesine EOKA terörü ile birlikte girmesiyle dış politikası az da olsa renklenmeye, yeni boyutlar kazanmaya başladı.
***
Artık Türkiye hem Soğuk Savaş’ın olağan kutuplaşması içindeki yerini korumaya, hem de Kıbrıs sorununda bir çözüm olacaksa o çözümün kendi beklentilerini karşılar şekilde gerçekleşmesini sağlamaya odaklanmıştı. 1959’da ara çözüm bulundu, 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. 1963 sonunda kurulan ortaklık cumhuriyeti çökme emareleri gösterince de iki NATO müttefikiyle olan ilişkileri de sarsıldı.
Önce Yunanistan’la ilişkiler, sonra da Amerika ile olanlar etkilendi. Türkiye’nin Kıbrıs yüzünden, belki de sayesinde dünyaya bakışı farklılaştı. Sovyetler Birliği’yle yakınlaşma yolları aradı, Bağlantısızlarla ilişkiler kurmaya, Arap dünyasını yeniden keşfetmeye çalıştı. Zaten 1975’de imzalanan Helsinki Nihai Senedi de Soğuk Savaş’ın farklı bir evresinin başladığına işaret ediyordu.
1980 başında alınan ekonomik kararlar, ithal ikamesinin yerini ihracat desteğine bırakması, 12 Eylül darbesi, bir yıl önceki İran Devrimi, İran-Irak Savaşı derken Türkiye’nin dış politikası farklı boyutlar kazanmaya başladı. 1980’li yıllarda PKK’nın kurulmasına ve büyümesine, Esad ailesinin himayesine alınmasına şahit olduk. Kıbrıs’a, PKK ve Kürt sorunu, bir de soykırım tartışmaları eklendi.
1990’ların başına gelindiğinde ise Soğuk Savaş bitti, aidiyet politikaları ağırlığını her zamankinden daha çok hissettirmeye başladı. Türkiye, Bosna ve Dağlık Karabağ savaşlarında taraf oldu. Doğrudan müdahale etmedi ama NATO, BM ve AGİK aracılığıyla yakınlık hissettiği tarafın yanında durdu. Türkiye’nin dış politikası yeni bir boyut daha kazandı. Irak’ın Kuveyt’i işgali ise PKK’nın güçlenmesine, Türkiye’nin de yaratıcı çözümler üstünde düşünmesine yol açtı.
2001’de Türkiye El Kaide’ye karşı verilen savaşa katıldı. 2003’den itibaren dünyaya İslam ve demokrasiyi bir araya getiren ülke olarak tanıtıldı. İspanya ile birlikte Medeniyetler İttifakı’nı kurdu, Arap dünyasının demokratikleşmesi için kurumsal destek sağladı. Arabuluculuk çabalarını yoğunlaştırdı, komşularıyla sorun yaşamak istemediğini dünyaya ilan etti, Kıbrıs sorun çözülsün istedi, AB üyesi olmak için çaba harcadı. İsrail ile olan ilişkileri konjonktürün de yardımıyla gelişti.
Bir sonraki on yılın başında ise Arap Baharı metaforu ile anlatılan sismik değişim dalgasının içinde yer aldı, değişime destek verdi. İsrail’le olan ilişkilerin gerilmesi, Arap Baharı’nın beklenen sonucu doğurmaması, Kıbrıs sorununun çözülmemesi, AB’nin üyeliğine direnmesi, ABD’nin müttefikinin çıkarlarını göz ardı eder politikalar izlemesi ve ayrıca iktidarı elinde bulunduran, siyasetin niteliğine, biçimine karar veren partinin kendi içindeki değişimi, farklılaşması Türkiye’nin dış politikadaki sorunlarının artmasına, hasımlarının çoğalmasına yol açtı.
Günümüz itibarıyla Türkiye Suriye, Irak ve Libya’da fiili olarak savaşta. Katar’da güvenliğinin garantörü olarak bulunuyor. Somali’de devlet kurulmasına, silahlı kuvvetlerinin eğitilmesine etkin katkıda sağlıyor. Afganistan’da ve daha pek çok yerde Türkiye var. Akdeniz’de haklarını korumaya çalışıyor.
***
Bunların hepsi yönetilmesi gereken sorunlar, dengelenmesi gereken çıkarlar demek. Yunanistan, Fransa ve Mısır’la ilişkileri gergin. Yunan basınına bakarsanız savaş yakın. Belli ki kendilerine ait gördükleri Ege’de, parsellediklerini düşündükleri Akdeniz’de Türkiye’nin hak iddia etmesinden, varlık göstermesinden rahatsızlar. Amerika ve Rusya ile de gelgitler yaşıyoruz. Bir yerde işbirliği yaparken başka bir yerde zıtlaşıyoruz, bazen de çatışıyoruz.
Ben karşı karşıya olduğumuz sorunların daha farklı yöntemlerle yönetilebileceğine inananlardanım. Türkiye’nin değişmesiyle, demokratikleşmesiyle, insan haklarına saygı göstermesiyle imajının değişeceğini, ikna kabiliyetinin artacağını düşünüyorum. Daha rasyonel olunabileceğini zannediyorum.
Ancak sorunların ortadan kalmayacağını, 75 yıl, 65 yıl, hatta 55 yıl önceki “güzel günlere”, tek boyutlu, tek sorunlu Türkiye’ye dönülemeyeceğini de görüyorum. Geçmiş ne yazık ki geçmişte kaldı. Bizim geçmişin hayaliyle değil geleceğin tasarımıyla uğraşmamız, var olan sorunlara alternatif çözüm önerileri geliştirmemiz gerekiyor. İktidar kadar muhalefet olarak da…