Bir iyi, bir de kötü haber…
İyi olanını okumuşsunuzdur, Katar’la Suudi Arabistan ve belli ki diğer Körfez ülkeleri barıştı. Basra Körfezi’nde istikrarsızlık yaratabilecek, bizi de istemeyeceğimiz bir çatışmanın içine sürükleyebilecek sorun gelen haberlere göre çözüldü. Kimin hangi tavizi verdiğini, nasıl bir arabuluculuk çabasının sonuç getirdiğini henüz tam olarak bilmiyoruz. Şimdilik bilinen üç yıl önceki 13 talebin hiç birinin yerine getirilmediği, Katar’ın sadece açtığı davalardan vazgeçtiği.
Türkiye’nin Katar’a verdiği askeri ve siyasi desteğin bu sonuca ulaşılmasındaki rolü sanırım inkar edilemez. Fakat artık geriye değil ileriye bakma, bu değişim rüzgarından yararlanarak Suudi Arabistan, BAE ve tabii ki Mısır’la ilişkileri normalleştirme zamanı. Umarım Ankara da, Türkiye’nin bu bölgedeki muhatapları da doğan fırsatı değerlendirir. İlişkiler eski haline dönemese de, karşılıklı çıkarların optimum düzeyde korunabileceği bir siyasi seviyeye çekilir.
***
Kötü haber ise Trump’ın hala direnmesi, siz bu satırları okuduğunuz sıralarda Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak oturumunda okunmuş ve kesinleşmiş seçim sonucunu bu yazının yazıldığı saatlerde kabullenmeme eğiliminde olması. Üstelik de başkent Washington’da kendi taraftarlarına bir protesto gösterisi düzenletmesi. Bu gösterinin çatışmaya yol açma potansiyeli bulunması. Trump’ın da doğacak kaostan yararlanarak olağanüstü hal ilan etmeyi hayal etmesi.
Biliyorum bize ne diyebilirsiniz. Bunun nesi kötü haber diye düşünebilirsiniz. Kısmen haklı da olabilirsiniz. Amerika’nın müdahaleci tarihini, ilişkilerin niteliğini dikkate aldığımızda olanlara “tasalanmanın” anlamı yok gibi gelebilir. Zaten muhtemelen ülke iç demokratik güç dengeleri devreye girecek, Amerika bu sınamanın üstesinden gelecektir. Kötü haber de kötü olmaktan çıkacaktır.
Ancak Amerika herhangi bir ülke değil. Onun içten sarsılması, kaosa sürüklenmesi, hatta istikrarsızlaşma potansiyeline sahip olması dahi bütün dünyayı etkiler. Dolayısıyla kötü haber olma imasını içinde barındırır. Nihayetinde nükleer bir güçten, ekonomik bir devden, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan bir düzenden söz ediyoruz. Bizim için önemli olan Amerika’nın çıkarlarımıza hassasiyet göstermesi, Türkiye’nin bölgesindeki gücü üstünde çarpan etkisi yaratacak politikalar benimsemesidir.
Bir de tabii ki Trump’ın görevini devredeceği 20 Ocak tarihine kadar bahane bulup İran’a saldırmaması. Çünkü böyle bir olasılık mevcut. Trump İran’a saldırmak için sürekli gerekçe yaratmaya çalışıyor, İran’ı hukuksuz eylemlerine tepki vermeye zorluyor. Evet, İran itidalli davrandı, kendisine yönelik kapsamlı bir saldırıya zemin hazırlayacak reaksiyonlardan kaçındı. Fakat itidalin işe yarayacağı şüpheli. Irak, Suriye veya Lübnan’daki İran müttefiklerinden gelecek ya da geldiği söylenecek bir saldırı Trump’ın isteği savaşın başlamasına yol açabilir.
İran’la yaşanabilecek ve kaçınılmaz şekilde bölgesel boyut kazanacak savaşsa Türkiye için yeni bir istikrarsızlık unsuru, ticarette ve siyasette gerileme demektir. Oysa bizim daha çok savaşa ve krize değil daha çok istikrara, daha çok işbirliğine, daha fazla ticarete, yatırıma, refaha, konuyla ilgisi olmamasına rağmen demokrasiye, hukuka ve insan haklarına ihtiyacımız var. Çevremizde yeteri kadar sorun mevcutken, Trump seçim iptal ettirsin ya da dört yıl sonra bir daha seçime girebilsin veya partisi üstündeki etkisini koruyabilsin diye savaşa, müdahaleye ve yeni bir insan kıyımına kalkışması çıkarlarımıza hiçbir şekilde hizmet etmez.
***
Eminim kaygılanmamıza gerek olmadığını düşünenler de olacaktır. David Ignatius’un Washington Post’taki köşesinde, 10 eski Savunma Bakanı’nın üç gün önce aynı gazetede yayınladıkları tebliğ mahiyetinde makalelerinde yeterince kaygılandırdıklarını ve kaygılandırdıklarını söyleyecekler çıkacaktır. Yine de unutmayalım ki, kaygılanılması gereken bir kişilikten, eyalet valisini sandıkta hile yapmaya teşvik eden bir başkandan, görevi bırakmasına ramak kala güvendiği birini askerlerin başına atayan bir insandan, bir deniz görev gücünü planda olmayan şekilde yeniden Körfeze gönderen bir “başkomutandan” söz ediyoruz.
Ne yapabiliriz derseniz, en azından İran’a telkinde bulunabilir, ulaşabildiğimiz her kanaldan sabırlı olmasını ihsas edebiliriz. Tahran’a krizi tırmandırmaktan, savaşa sürükleneceği tasarruflarda bulunmaktan kaçınmasının çıkarına olduğunu anlatabiliriz. İşe deniz kirliliği gerekçesiyle zorla rotasını değiştirttiği, mürettebatını gözaltına aldığı tankerden başlayabileceğini, Güney Kore’nin bu nedenle İran karasuları yakınlarına gönderdiği destroyeri marifetiyle çatışmanın fitilini ateşleyebileceğini hatırlatabiliriz. İstersek AB ile de bu konularda istişarede bulunabiliriz…