Demokratörlük tehlikesi kapımızda…

Fransız siyaset tarihçisi Pierre Rosanvallon, “Popülizm Yüzyılı” kitabında, demokrasinin nasıl yozlaştırıldığını ve nasıl otoriter bir rejime dönüştürüldüğünü anlatmak için ilginç bir tanımlama yapıyor: Demokratörlük…

Bu tabirin ‘demokrasi’ ile ‘diktatörlük’ kelimelerinin birleştirilerek uydurulduğunu belirten Rosanvallon diyor ki: “Aslına bakılırsa, çok sayıda totaliter rejim ve diktatörlük uzun zamandır sandığın getirdiği meşruiyete sırtını dayama ihtiyacı hissediyor.” (Popülizm Yüzyılı, s.168)

Bunun geçmişte en tipik örneğinin Lenin döneminde ‘parlamenter batıl inanç’ diye dalga geçerek, canlandırmakla övündükleri proletarya diktatörlüğü olduğunu belirten Rosanvallon, bugünkü yeni demokratörlüğü şöyle tanımlıyor: “Bir tarafta otoriter uygulamaların demokrasi üzerinden gerçekleştirilmesi; diğer yanda ülkenin önceden var olan demokratik kurumsal çerçevesi içinde kademeli olarak otoriter rejimlere doğru kayması söz konusu.” (a.g.e, s.168)

Dünyadaki popülist rejimlere yakından baktığımızda, ortak özelliklerinin bağımsız kurumların rolünü azaltarak, hatta kademeli olarak onları ortadan kaldırarak ‘kutuplaşmış bir demokrasi’ oluşturduklarını görürüz. Bu liderler, sandıktan çıkan halk iktidarını mutlaklaştırarak, öncelikle anayasa mahkemelerini yeniden düzenleyip buraları rejime sadık yargıçlarla doldururlar.

Latin Amerika’da Chavez, Correa, Maduro ve Morales, Avrupa’da ise Orban bu konuda en çarpıcı örneklerdir. Demokratörlük mantığını geliştirenlerin sadece bu isimlerden ibaret olmadığının altını çizen Rosanvallon, Amerikan popülizminin büyük figürlerinin aynı tutumu çok önceden savunduğunu söylüyor.

Rosanvallon’un verdiği şu Amerikan örneği son derece çarpıcı: ”1930’larda Louisiana valisi ve senatörü Huey Long iktidarı kendisine verenlere gür sesiyle şöyle hitap etmişti: Artık anayasa benim.” (a.g.e, s.170)

Hemen belirtelim, sağ ve sol popülistler bu konuda birbirleriyle büyük bir benzeşim içindedirler. Bunlar için hukuki alanın hiçbir özerliği yoktur, her şey politiktir, lider ne derse o olur.

Kuşkusuz demokrasi tecrübesi zayıf olan ülkelerde popülizmin hayaletini kovmak hiç kolay değil. Zira yargının iktidarla tümüyle uyumlu hale getirildiği bu tür ülkelerde, hukukun siyasi bir araç haline dönüşme tehlikesi bulunmaktadır. Esas tehlikeli olan ise ‘demokratikleşme’ ve ‘millet iradesi’ argümanları kullanılarak yüksek yargı üyelerinin iktidar partisi tarafından seçiliyor olmasıdır.

Maalesef Latin Amerika, bazı Afrika ülkeleri, Orban ve Putin’in ülkesinde seçimler demokratörlüğe giden yolda bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu ülkelerdeki liderler her vesileyle demokrasiden övgüyle bahsederler, ‘millet iradesi’ni en üstün değer olarak görürler, halkın verdiği karara engel olmanın antidemokratik bir davranış olduğunu yüksek sesle söylerler. Ama bütün hedefleri, her şeye rağmen sınırsız bir iktidara sahip olmaktır. Kısacası popülist liderlerin zihnindeki demokrasi anlayışı; sınırsız yeniden seçim üzerine kurulu bir sistemdir. Bu yüzden de anayasal kurumları ya doğrudan tahrif edeler ya da kademeli olarak güçsüzleştirirler. Mesela Chavez kurumları doğrudan tahrif edip kötüye kullanma yolunu seçerken, Macaristan’da Orban anayasada yer almayan bir dizi kanunla anayasal adaletin kontrolünden kaçma yolunu seçmiştir. Bu çerçevede Türkiye’de yargıya dönük hamlelerin, popülist liderlerin ülkelerindeki durumu çağrıştıran işaretler taşıdığını da bir yere not edelim.

Bir gerçeğin altını özellikle çizmekte yarar var, popülist liderlerin en büyük hayali ‘kutuplaşmış demokrasi’dir. Çünkü bütün yasama yetkilerini ellerinde toplayan popülist liderler, kutuplaşma politikalarıyla hem kitleleri daha kolay motive ederler hem de devlet içinde popülist rejimle inatlaşanları kolayca kapı dışarı etme imkanına sahip olurlar.

Popülist liderler toplumu manipüle etme konusunda son derece maharetlidirler. Kendilerini memleketin gerçek sahipleri ve de ‘doğru’nun tek temsilcisi olarak gördükleri için, kutuplaşma ve cepheleşmeyi topluma doğru ile yalanın savaşı gibi anlatırlar. Doğal olarak zafer her zaman onların hakkıdır.

Medyayı da büyük ölçüde kontrollerinde bulunduran popülist liderlerin nasıl bir politik ahlaka sahip olduklarını anlayabilmek için Rosanvallon’un şu cümlelerini dikkatle okuyalım: “Popülist liderler için mesele kendi görüşlerini ve projelerini korumaktan ibaret değil. Kendilerini rakiplerinin yalanlarıyla kuşatılmış hakikatin ateşli hizmetkarı olarak sunuyorlar. Rakiplerle cepheleşmeyi bu şekilde farklı bölgelere taşıyarak, gizli kamuoyu manipülasyonu güçlerinin tahakkümünde bulunan olguların, niyetler ve şüpheler arkasında silindiği bir evreni sahneye koyuyorlar.” (a.g.e, s.177)

YORUMLAR (133)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
133 Yorum