Müslümanlar neden ikili bir hayat yaşamak zorunda kaldı?
Yeni dünyayı okumakta başarısız olan Müslüman dünya, geleneksel kültürden devraldığı bütün bilgileri dinin esası olarak bellediği için modern zamanların getirdiği şartlarla yüzleşerek yeni çözümler üretemedi ve ne yazık ki ayakta kalmayı başaramadı.
Maalesef Müslümanlar, yüzyıllar içinde oluşan hayat tarzları, gelenekler, din ile iç içe geçmiş kültürler harmanlanarak din gibi sunulduğu için yaşanan hayatın gerçekliği ile din arasında tereddütler yaşamış ve ikili bir hayata mahkum olmuştur. Bir taraftan dini geleneğe bağlı kalmayı önemseyen insanlar, içinde bulundukları hayatın başka türlü aktığını gördükçe tercih yapmakta zorlanmış ama fiili anlamda o güne kadar kendisine sunulan din tasavvurunun dışında bir hayatı yaşamak durumunda kalmışlardır.
Çünkü dinin özüne vakıf olması gereken günümüz uleması, İslam’ı modern zamanların diliyle yorumlayıp çözümler üretememiştir. Bu yüzden de Müslüman bireyler, ticari hayatta nasıl davranacaklarını, kamusal hayatta hangi kurallara göre hareket edeceklerini, mesela kredi alırken faiz meselesine nasıl bakacaklarına karar vermekte tereddütler yaşamışlar ama sonunda pratik hayattaki problemlerinin çözümü için reel hayatın kurallarına uymayı tercih etmişlerdir. Ancak bir taraftan da faizin konusundaki inandıklarına sadakat göstermeye devam etmişlerdir.
Oysa bir rahmet dini olan İslam’ın sunduğu bilgiler sadece inanmak için değil, bireysel ve toplumsal hayatımızı, toplumsal ilişkilerimizi güzelleştirmek için vazedilmiştir. “Ama kadim dönemlerde dinin asıllarını merkeze alarak üretilen o zengin bilgi birikimini bizler, bugün yenileyip günlük hayata cevap verir kıvama getiremediğimiz için aldatmacalı bir yol seçtik: birine inandık ötekini yaşadık. Geçmişe özlemimizi dile getirirken günün gereklerine göre davrandık. Dünyevileşirken şekilci ve görsel bir dindarlıkla yetinir olduk.” (Ali Bardakoğlu, Yüzleşme, s.83)
Oysa İslam bir yönetim modeli, hukuk sistemi değil, bir dindir ve özellikle insanları bu rahmet dininin güzellikleriyle buluşturmayı hedefler.
Nitekim Hz. Peygamberden sonra iş başına gelen halifeler, o günün yürürlükte olan devlet mantığını takip ederek pragmatik bir şekilde hukuki ilkeleri hayatın pratikleri karşısında değiştirerek dönemin şartlarına uyarladılar.
Dört halife döneminin uygulamalarından da anlıyoruz ki İslami pratikler, ilk geldiği dönemdeki uygulanan haliyle dondurulup çağlar ötesine motomot aktarılan bir din değildir.
Yine biliyoruz ki İslam farklı dönemlerde dinin ana kaynaklarına dayanan sahih bilgiler ışığında yeniden yorumlanmış, iyinin, doğrunun ve güzelliğin mesajını insanlığa sunmaya devam etmiştir.
Dolayısıyla bir dönemin uygulamalarını aynen alarak farklı kültürel iklimlerde yaşayan insanlara “İşte din budur” anlayışıyla, dini dogmatik bir karaktere mahkum etmek, dine yapılan büyük bir haksızlıktır.
İşte bu zihniyet yüzündendir ki zaman içinde Müslüman toplumlarda oluşan hanedanlık, dini retorik kılıfı giydirilmiş halifeler ve baskıcı zorbalar, hayatın gerçekliğine tekabül etmeyen ütopik bir “İslam devleti” modeli dayatmışlardır.
Ayrıca hemen hatırlatmakta yarar var; Sami Zubaida’nında altını çizdiği gibi, İslam devleti için tarihsel veya metinsel bir dayanak bulunmamaktadır. Dolayısıyla günümüz Müslümanları, dinlerinin temel prensipleriyle uyum içerisinde bulunan adil ve demokratik bir devlet arayışı içinde olmalıdırlar. Zaten şeriat da büyük oranda tarih içerisinde evrimleşen insan yapımı kanunlar içermektedir ve fıkıh içerisinde vahye dayalı çok az şey bulunmaktadır. Daha önceki Müslüman nesiller hukuku, toplumsal ihtiyaçlarına ve adetlerine göre yorumladılar ki günümüz Müslümanlarının da yapması gereken budur. (İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, s.275)
Kısacası dinin bütün dünya meselelerini çözen projelendirilmiş sihirli bir “devlet modeli” olmadığı gibi, dünyadaki mutluluğumuzu garanti altına alan hazır reçeteleri de bulunmuyor. Yüce yaratan insana iyinin ve kötünün ne olduğunu bildirerek doğru yolu gösteriyor. Sonrasında Allah’ın hitabına muhatap olan insan, bu dünyadaki yolculuğuna akıl ve iradesiyle devam etmek durumundadır. Zaten ilahi hitabın tabiatı da insana bireysel ve toplumsal hayatında doğru istikameti göstermeyi, gözetilmesi gereken değerleri öğretip hatırlatmayı gerektirmektedir.
METEOR YAĞMURU ALTINDA KENAN YAVUZ ETNOGRAFYA MÜZESİ
Cumartesi günü değerli dostumuz Kenan Yavuz’un Bayburt’un Beşpınar köyündeki Etnografya müzesini ziyaret etmek üzere İstanbul hava limanından Erzincan’a oradan da kara yoluyla Bayburt’a ulaştık.
Gitmeden önce müze ile ilgili birtakım bilgilere sahiptim ama Anadolu’nun bu uzak bölgesinde, kültürel anlamda uluslararası ödüle sahip böylesine muhteşem bir etnografya müzesi ile karşılaşmayı da beklemiyordum. Kelimenin tam anlamıyla büyüleyici bir kültür şöleni…
Mehmet Ocaktan (solda)- Kenan Yavuz (sağda)
Bilindiği gibi Kenan Yavuz Etnografya müzesi “Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülleri” kapsamında “2021 Silletto Ödülü”nün sahibi oldu. Açıkçası insan merak ediyor, bir iş insanı pek çok karlı yatırım alanı varken neden gidip Anadolu’nu bu uzak coğrafyasında hiçbir ekonomik getirisi olmayan bir etnografya müzesi açmayı tercih eder…
Demek ki bazılar için hala her şey paradan ibaret değilmiş. Müzeyi doğup büyüdüğü topraklara vefa borcunu ödemek için sosyal sorumluluk projesi kapsamında hayata geçirdiğini belirten Kenan Yavuz’un şu ifadeleri esas hedefi de ortaya koymuş bulunuyor: “Kültür mirasının taşıyıcılığı, kültür projelerinin başarılı örneklerini ortaya koymak, bulunduğu bölgenin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yaşamına katkı koymak ve bölgenin refahını ileriye taşıyarak bölge kültürünün dünyaya tanıtılmasında örnek olmak…”
Bu arada hemen not etmeliyim ki Cumartesi gecesi müze ziyaretimizi adeta şölene dönüştüren müthiş bir gelişme yaşandı. Biraz abartarak ifade etmem gerekirse gece müze bahçesinde otururken, ellerimizi uzattığımızda sanki dokunabileceğimiz kadar yakınımızdan geçen bir meteor düşüşüne tanıklık ettik. Bu belki de hayatımın en önemli tanıklıklarından birisiydi, yaşandı ve hafızalarımızda yerini aldı.