El etek öpen çok olursa liyakat az olur…
Özellikle son on yıldır Türkiye’nin derin bir ‘liyakat’ sorunu yaşadığını artık hepimiz biliyoruz. Günlük hayatımızda devletle olan ilişkilerimizde, liyakatsizliğin bir ülkeyi ne hallere düşürdüğünü bizzat yaşayarak görüyoruz ve içimiz acıyor.
Bu çerçevede hafta başında yaşanan bir olay, liyakat yoksulluğu konusunda devlette yaşanan derin çürümenin hangi boyutlarda olduğunu göstermesi açısından ibret verici bir özellik taşıyordu.
Düşünün ki MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 15 Temmuz’un 8’inci yıl dönümünde Ankara’nın Gölbaşı ilçesindeki Özel Harekat Başkanlığı’nı ziyaret ediyor ve başkan Süleyman Karadeniz karşılama sırasında üzerindeki üniformasıyla Bahçeli’nin elini öpüyor. Bir yanlış anlamaya mahal vermemek için hemen belirtelim, ziyarete gelen bir parti liderine gerekli saygıyı göstermek son derece doğal, ama el etek öpmek başka bir şey… Kaldı ki aynı şekilde devletin tepesindeki cumhurbaşkanının elini de öpseydi o bile kabul edilemezdi.
Kuşkusuz bu olay sadece sıradan bir el öpmeden ibaret değil, hepimizin güvenliğini sağlamakla yükümlü olan bir devlet kurumunun başındaki isim üniformasıyla bir parti başkanının elini öpüyor. Tek tek bütün vatandaşlardan toplanan vergilerle oluşan devlet bütçesinden maaş alan bir yetkilinin ideolojik aidiyetini böylesine açıktan sergilediği bir ortamda toplumun farklı kesimlerine mensup insanlar güvenliklerinden emin olabilirler mi? Ayrıca Bahçeli’nin bu tavrının, iktidara karşı bir gösteri niteliği taşıdığının da altını çizmekte yarar var.
Normal bir hukuk devletinde, bütün bir topluma hizmet vermekle görevli olan özellikle de güvenlik bürokrasisinin, kabile ya da ideolojik aidiyetini ön plana çıkaran davranışlar sergilemesi asla mümkün değildir.
Unutmayalım devletin polisleri, askerleri, bürokratları, memurları farklı görüşlere, farklı inançlara, farklı kimliklere sahip olabilirler, bu onların özgür iradeleriyle seçtikleri bir durumdur. Ama devlet içinde yer alan herkes, devletin hiyerarşik yapısı dışında herhangi bir parti, cemaat ya da tarikattan talimat alamaz ve de bu yapıların paralelinde davranış sergileyemez. Yıllar içinde devletin kılcal damarlarına kadar sirayet eden ve sonu darbe girişimiyle biten Fetullahçı yapı, devlet hiyerarşisi dışına çıkmanın bir sonucudur.
Trajik bir durum ama eğer devletin kurumlarında görev almak için liyakat değil, el etek öpme ve itaat kriter haline gelmişse, o ülkede anayasal bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Doğrusu bugün yaşananlar da gösteriyor ki 15 Temmuz melanetinden henüz bir ders almamışız… Çünkü dün olduğu gibi bugün de devletin memurları siyasi parti ve cemaat liderlerinin, tarikat şeyhlerinin elini eteğini öpmeye devam ediyorlar.
Maalesef Türkiye şu anda özellikle devlet katından derin bir ‘liyakat krizi’ yaşıyor. Halihazırdaki tabloya bakarak söylemek gerekirse, bu krizin yakın bir gelecekte bitebileceği gibi ufukta bir işaret de gözükmüyor.
Unutmamak gerekiyor ki tarihin bütün dönemlerinde yönetimleri zaafa uğratan, tedbir alınmadığı takdirse ise çöküşü kaçınılmaz hale getiren en önemli unsur liyakatsizliğin bir yönetim biçimi haline gelmesidir. Kısacası, eğer liyakat yoksa çöküş kaçınılmaz olacaktır.
Bu çerçevede, Kur’an’ın “Emaneti ehline veriniz” (Nisa/58) ayetiyle, insanlık için liyakatin önemi net bir şekilde belirttiğinin altını bir kez daha çizmekte yarar var.
Şu günlerde ünlü Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un “Labirent” adlı kitabını okuyorum. Yaşadığımız dünyaya bakış açımıza derinlik kazandıran bu eser, benim açımdan liyakatsizliğin devletleri zamanla nasıl bir çöküşe götürdüğü konusunda da ibret verici örnekler sunuyor.
Bilindiği gibi Japonya 1868’deki Meiji mucizesiyle hem Batı hem de Doğu dünyası nezdinde büyük bir hayranlık ve sempati oluşturmuştu. Maalouf’un da kitabında belirttiği gibi “Gerçekten de 1868’de, Meiji döneminin başında hayranlık verici bir simya söz konusuydu: “Hem halkının hem de karşılaştığı herkesin sevip saydığı, dünyaya açık ve kendilerinden çok ülkelerini düşünen bir avuç adam. Birkaç yıl içinde kimsenin mümkün olabileceğini düşünmediği ve uluslarını geri dönülmez bir biçimde cehalet ve yoksulluktan kurtaran bir dönüşümü başardılar.” (s.51)
Ama sonrasında 1930’lu yıllarda Japonya siyasi ve ahlaki bakımdan yıkıcı olduğu kadar şaşırtıcı bir şekilde hızlı bir çöküş sürecine girdi. Çünkü artık devlet, yanlışlıklara karşı çıkabilecek liyakatli, bilge, istikrarlı ve ileri görüşlü kadrolarını kaybetmişti. Amin Maalouf bu durumu şöyle tarif ediyor: “Japonya ne yazık ki artık böyle bir liderliğe sahip olmadığı için kendisini durduracak hiçbir şey veya hiç kimse olmadan, bir sarhoş gibi uçuruma doğru yürüdü. Önce uçsuz bucaksız Çin’i fethetmeye girişti, ki bu tam bir çılgınlıktı; sonra da ABD’ye saldırdı, ki bu da tam bir intihardı.” (s.53)