Amasız, fakatsız adalet hemen…
Anayasa’nın 153. Maddesine göre, Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir. Karar Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Kısacası, alt mahkemeler dahil iktidarın da AYM kararına uyması anayasal bir zorunluluktur.
Hal böyleyken, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un ‘Gerekçeli kararı gördükten sonra bir açıklama yapmak gerek’ ifadesi, hukuk devleti açısından bir talihsizliktir. Umarız 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesini yok sayan bir karara imza atmaz.
Aslında alt mahkemenin AYM’nin kararına direnebileceğine ilişkin tereddüt ifade eden bir cümle kurmanın bile hakkaniyetli bir yaklaşım olmayacağı kanaatindeyim. Ama ne yazık ki geçmişte yaşadığımız örnekler dikkate alındığında, bu tür tereddütler son derece doğal. Bilindiği gibi AYM Enis Berberoğlu hakkında da ‘hak ihlali’ kararı vermiş ve alt mahkeme bu karara direnmişti.
Maalesef Türkiye özellikle son beş yılda “Hukukun üstünlüğü”nü zaafa uğratan öylesine örnekler yaşadı ki doğrusu hukuk devleti adına hayıflanmamak mümkün değil.
Mesela bir Osman Kavala davası var ki hiçbir hukuk ve vicdanla izah edilemeyecek kadar vahim. Esas itibariyle Kavala ile ilgili hazırlanan dosyaya hukuk normları açısından bakıldığında, bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminde bırakın müebbet cezayı, dava bile açılması mümkün değildir.
Ama gelin görün ki Anayasamızın 90. Maddesinde değişiklik yaparak iç hukukumuzun bir parçası haline getirdiğimiz halde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) “Kavala’yı derhal serbest bırakın” kararına bile uymadık.
Bu davanın hukuki bir zeminde ilerlemediğinin en önemli göstergesi, Kavala’nın tutukluluğu ile ilgili itirazını reddeden Anayasa Mahkemesi’nin kararına, karşı oy kullanan AYM Başkanı Zühtü Arslan’ın yazdığı itiraz şerhidir. Gezi’ye katılmanın tek başına bir suç olmadığına ve özellikle de başvurucunun (Kavala’nın) şiddet olayları ile arasındaki bağlantının ortaya koyulduğunun söylenemeyeceğine işaret eden Arslan’ın bu konudaki görüşü o kadar net ki: “Öncelikle, başvurucunun Gezi olaylarına katılmış ve bu olayları desteklemiş olmasının tek başına bir suç işlediğinin belirtisi olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Zira barışçıl olmak kaydıyla herkes toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyebilir, düzenlenenlere katılabilir ve bunların yaygınlaşmasını isteyebilir.”
İşte tam da şimdi Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’la ilgili verdiği ‘hak ihlali’ kararı, Türkiye’nin hukuk normlarına dönüşü açısından çok önemli bir fırsat sunmuş bulunuyor.
Eğer amasız, fakatsız yollara sapmadan ‘hukukun üstünlüğü’nü inşa için yeni bir başlangıç yapabilirsek, ekonomiden dış politikaya kadar her alanda prestijli bir Türkiye fotoğrafını ortaya çıkarabiliriz.
Ayrıca hemen belirtelim, AK Parti iktidarı 2013’e kadar hukuk ve demokratik değerler anlamında önemli adımlar attı, isterse şimdi de rahatlıkla atabilir, buna mani hiçbir engel de yok…
Bugün hayıflanmanın bir anlamı yok biliyorum ama eğer AK Parti iktidarı 2013’e kadar sürdürdüğü istikametini bozmasaydı, bugün hem daha güçlü bir ekonomiye hem de daha kaliteli bir demokrasiye sahip olacaktık.
Ama ne yazık ki bugün geldiğimiz noktada, ‘hukukun üstünlüğü’ ile aramızda derin bir uçurum var, ekonomide ise üç-beş Arap ülkesinden gelecek Swaplara muhtaç durumdayız.
Oysa tam da şimdi güçlü bir Türkiye’ye o kadar ihtiyaç var ki… Düşünün ki İsrail, bütün özgür dünyanın gözleri önünde Gazze’de kelimenin tam anlamıyla bir ‘soykırım’ suçu işliyor ama Batılı demokrasilerin aktörleri demokrasiye, uluslararası hukuka ve insan haklarına ihanet ederek bu katliama ortak olmak için Netanyahu’nun önünde hazırolda bekliyorlar…
Eğer bugün Türkiye ekonomide, demokraside, hukukta güçlü bir konumda olabilseydi, Batı demokrasisinin patronlarına dönüp göğsünü gere gere, “Demokrasiye, hukuka, insan haklarına ihanet ediyorsunuz” diye haykırabilirdi.
Ama talihsizliğe bakın ki şu anda kendimiz demokrasiye ve hukuka muhtaç durumdayız ve bu yüzden de Filistin için sadece ağıt yakmaya gücümüz yetiyor…