İslam imiş pabend-i terakki

Geçenlerde denk geldim, sosyal medyada bir grup “yine” İskandinav modelini tartışıyordu. İskandinav ülkelerinde ve Finlandiya’da -aslında genel olarak Batı Avrupa toplumlarında- ekonomik refah, toplumsal gelişmişlik bizim gıpta ettiğimiz seviyelerde, malum.

Bahse konu tartışmada kimileri bu ülkelerde nüfusun az olmasına, kimileri oradaki insanların çalışkanlığına, kimileri de iklimin cömertliğine yoruyordu aramızdaki farkı.

Derken konu -bekleneceği gibi- din meselesine geldi. Aradaki farklılık Müslüman olmamıza bağlandı. Kanıt olarak Arap ülkeleri gösterildi; çünkü bunların hiçbirinde demokrasi yoktu, çoğunda da ekonomik refah.

Evet, bu doğru. Ancak mesela Latin Amerika ülkeleri de ekonomik refah ve demokrasi konusunda İslam ülkelerinden ileri değiller. Ama Müslüman da değiller. Buna ne diyeceğiz?

***

Buna cevaben “Yalnız İslam değil, genel olarak din gelişmeye engel” diyenler çıkacaktır muhtemelen. Oysa bütün tarih boyunca gözlemlediğimiz beşeri ve sosyal gelişme örneklerinin bu iddiayı nakzettiğini görüyoruz. Din bir toplumdaki gelişme dinamiklerini genellikle olumlu yönde etkiliyor, destekliyor. Ancak olumsuz örnekler de az değil. Çünkü din demek insanların din anlayışı demek, dinin yorumu demek. Bir dinin yorumlanma şekli ise toplumun zihniyetini yansıtıyor. Dolayısıyla gelişme eğilimine de gelişme karşıtlığına da dayanak olabiliyor.

8 ve 9. yüzyıllardaki Bağdat Rönesansı, 9-10. yüzyıllardaki Endülüs Rönesansı, 10-11. yüzyıllardaki Orta Asya Rönesansı, bilahare Türklerin Selçuklu ve Osmanlı deneyimleri dinin belirli yorumları çerçevesinde vücut bulmuştur.

Batı ülkelerinin son birkaç yüzyıl içinde yaşadığı ekonomik, bilimsel ve diğer beşeri gelişmelerden söz ediyorsak burada da dinin rolünün hiç olumsuz olmadığını bilmek zorundayız. Avrupa’nın kuzey batısından başlayarak kapitalist sosyo-ekonomik sistemi ve giderek liberal demokrasi anlayışını geliştiren burjuvazinin Hristiyan karakteri tartışılmaz bir gerçek. Hatta, bildiğiniz gibi, Weber kapitalist zihniyeti Protestan çalışma ahlakının doğurduğu fikrindeydi. Bilahare bilimsel devrimlerin neticesi olarak ortaya çıkan modern evren ve doğa anlayışına mevcut Hristiyanlık yorumunun ayak uyduramayışının -ve herhalde bu yüzden giderek zayıflamasının- sebepleri ayrı bir tartışma konusudur.

***

Yine sosyal medyada rastladığım bu sefer “bilimsel gelişme” konusundaki bir tartışmada ise “Osmanlı’da din zihniyeti egemen olduğu için atalarımız akılcı yönetimden ve bilimden uzak kaldı” diye bir görüş hararetle savunuluyordu. Zaten aydınlarımız arasında çok yaygın kabul gören bir açıklama bu. Ama yanlış bir açıklama.

Ona bakarsanız, Sovyetler Birliği’nde -ve Moğolistan’dan Macaristan’a kadar Moskova güdümündeki ülkelerde- 1990’lara kadar “bilimsel sosyalizm” iktidardaydı.

Bilim zihniyeti ve rasyonalizm resmî ideolojiydi, eğitim ve kültür kurumları dini düşüncenin etkisinden titizlikle uzak tutuluyordu. Sonucun ne olduğu ortada. İncil üzerine yemin eden, paralarının üstüne tanrıya güveniyoruz yazan ABD, bilimsel sosyalizmin en büyük bayraktarını yenilgiye uğrattı.

Sosyalizmin yenilgisi veya liberalizmin zaferi değildi aslında bu. Dindarların dinsizleri alt etmesi de değildi. Kurumlarını işleten, hukuku çalıştıran, eğitimi esas alan, farklı fikirleri özgürce tartıştıran, liyakat temelinde görev ve yetki bölüşümü yapan ülke bunları yapmayan rakibi karşısında öne geçti.

Bilime inanıyoruz deyince bilimsel ilerleme ve akılcı yönetim sağlanabilseydi mesela Belçika’da, Norveç’te, Kanada’da gözlemlediğimiz yapıların benzerleri mesela Kamboçya’da, Arnavutluk’ta, Demokratik Kongo Cumhuriyetinde de karşımıza çıkardı.

Bilim kavramını ideolojik retoriğinizin merkezine oturtmak, değerler panteonunuzda tanrısal bir rol vermek veya düpedüz tanrı haline getirmek bilimsel ilerlemeyi gerçekleştirmeye yetmiyor. Aksine, ironik de olsa, bunu yapan ülkelerde bilimsel gelişme pek sağlanamazken, bilimin işleyişinin ve sonuçlarının entelektüel bir tartışma konusu olabildiği yerlerde bilim gelişiyor!

***

“Osmanlı’nın akılcı yönetimden veya bilimin rehberliğinden uzak kalması” diye tarif edilen hadise belirli bir dönemde toplumun dine yönelmesinin bir sonucu olabilir mi?

Bu soruya başka bir soruyla cevap vermek lazım: Osmanlılar Anadolu’daki en küçük ve en zayıf beyliği dünya imparatorluğuna dönüştürdüklerinde, çok kısa bir sürede

Rumeli’ni baştan başa fethettiklerinde, Doğu Romanın başkenti İstanbul’u kendi payitahtları yaptıklarında daha az mı dindardılar?

Tam aksine “İslam imiş pabend-i terakki” diyenlerin ruh ikizleri durumundaki bir başka zümrenin ileri sürdüğü “Dinden uzaklaştığımız için zayıf düştük” iddiasına yol açan ahlaki bir yozlaşma tablosu çöküş devirlerinde daha barizdir.

Ama ne toplumsal ilerlemeyi ne de gerilemeyi bizatihi dinin etkisine bağlamak mantıklı bir açıklama olabilir.

Devlet ve toplum düzeninde bozulmaya sebep olan olumsuz işlerin “din adına” yapılması veya toplumdaki din anlayışının giderek dejenere olması dinin kusuru mudur?

Değildir elbette. Önemli olan dinin hangi anlayışa göre yorumlandığıdır. Veya bilimin. Veya sosyalizmin. Veya demokrasinin. Veya toplumda meşruiyet kaynağı olan değer neyse onun.

YORUMLAR (232)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
232 Yorum