‘Senin milletin olan Türkler ve dindaşın bulunan Araplar...’
Büyük travmaların ve o oranda da büyük dönüşümlerin yaşandığı 19. Yüzyılda Osmanlı’nın siyasî dili de hızla değişiyordu.
Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın oğlu, şair Abdülhak Hamid’in babasıydı. Beşik ulemalığında aldığı itibarî ilmiye payelerini saymazsak o da aile mesleği olan hekimlik ile gözünü açtı. Tıbbiye’de okudu, oradan mezun oldu. Sonraları mezun olduğu okulun başına geldi, Mekteb-i Tıbbiye nazırlığı yaptı. Tıp alanında da değerli eserleri vardır… Hayrullah Efendi’den bahsediyorum.
Tıp doktorlarına takılmak için bazen söylenen “tıbbiyeden her şey çıkar arada bir de hekim çıkar” sözleri sanırım onun için de geçerliydi. Çağdaşı Cevdet Paşa gibi o da ilmiyeyi bırakarak mülkiyeye geçti. Meclis-i Maarif ve Meclis-i Vâlâ üyeliklerinde bulundu. Henüz genç sayılabilecek bir çağda, 48 yaşında aniden vefat ettiğinde Tahran elçiliği görevindeydi. Cevdet Paşa’da olduğu gibi, mülkiyeye geçmek onun için de ilim hayatının sonu olmadı. O da Encümen-i Dâniş’in üyesiydi ve o da bir Osmanlı tarihi yazmaya girişti.
Her padişaha bir cüz ayırarak “usûl-i cedide” üzere yazmaya başladığı ve kısaca Hayrullah Tarihi olarak bilinen bu eseri tamamlanmamıştır. Hâlâ akademik bir neşrinin olmaması ve Osmanlıcadan transkripsiyonunun yapılmadan kalması bakımlarından Cevdet Tarihi’yle benzeşen bu eser ve tabii ki yazarı hakkındaki “ciddî tetkikler”, kısa bir süre önce rahmetli olan Ömer Faruk Akün’ün işaret ettiği üzere “yok denecek kadar azdır.” Hayrullah Efendi ve tarihi hakkında daha fazla bilgiyi Akün’ün Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki gerçek tetebbû mahsülü makalelerinde bulabilirsiniz.
Hayrullah Efendi
Hayrullah Efendi’nin 1864 sonu veya 1865 başlarında tamamladığı ama hiç yayımlayamadığı bir eseri daha vardır. Yolculuk Kitabı veya Avrupa Seyahatnamesi olarak anılan ve Osmanlı düşünce tarihi açısından fevkalade önemli olan bu eserin de yeni bir yayımının yapılmasında fayda vardır (Bkz. Belkıs Altuniş-Gürsoy, Hayrullah Efendi. Avrupa Seyahatnamesi). Avrupa’ya gitme niyetinde olan Osmanlılara, yolculuğun fizikî koşulları, hangi otelde kalınacağı, nerede yemek yeneceği gibi pratik bilgiler verse de bu kitabın asıl amacı Avrupa’yı ve uygarlığını bir model olarak Osmanlı dünyasına tanıtmaktır. Akün’ün dikkat çektiği üzere, Ahmed Midhat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelan’ından daha önce kaleme alınan bu eserde Mısırlı Şeyh Rifâa et-Tahtavî’nin Arapça olarak yazdığı ünlü Avrupa seyahatnamesinden gelme bazı görüş ve bilgiler de bulunmaktadır. Bu noktada ben de küçük bir katkı yapayım ve maalesef Hayrullah Efendi adını hiç anmasa da Mustafa Sami Efendi’nin 1840’ta yayımlanan Avrupa Risalesi adlı küçük eseri ile onun kitabı arasında intihal boyutunda metin benzerlikleri olduğunu söyleyeyim.
Hayrullah Efendi’nin metninde süreklilik arzeden Avrupa- Osmanlı karşılaştırmaları “hatime-i kitab” da yani sonuç kısmında; liberal, milliyetçi, aydınlanmacı ve kalkınmacı bir manifesto şekline bürünmekte ve heyecan dozu yüksek bir hâl almaktadır. Sonradan Üçüncü Dünya olarak bilinecek olan coğrafyaların en temel tartışmalarını bu kadar erken bir tarihte toplu olarak görmek hakikaten ilginçtir. Bir hitabe şeklinde kaleme alınan bu kısmın muhatabı “sen” hitaplarından dolayı Hayrullah Efendi’nin kendisi olarak görünse de yayımlanmak için hazırlanılan bir metinde bunun çok daha büyük bir grup olduğunu ve hiç olmazsa okumuş yazmış Osmanlı-Türk aydın kesiminin hedeflendiğini kolaylıkla söyleyebiliriz.
Efendi’ye göre, bir “yabancı” Avrupa ve özellikle Paris’in hâllerini ancak “vatanına avdet” ettikten sonra anlayabilirmiş. Bu kişi “erbab-ı hamiyyet ü gayretten” ise, “gayret ve hamiyyet-i milliyesi” heyecana gelir ve kendi nefsini muhatap alarak “[N]için bu intizam ve asayiş ve niçin bu mamuriyyet ve efzâyiş bizim vatanımızda yoktur. Biz de bunlar gibi âdemoğlu değil miyiz” sorularını sordururmuş. Avrupalıların yaradılışlarında “bizden” daha fazla hiçbir hasletleri yokken, “biz” onların sanayi ürünlerine muhtaç oluyormuşuz. Dahası da var; “bizim birbirimize arz-ı azamet ü haşmet” ettiğimiz yani birbirimize göstererek büyüklük tasladığımız, günlük dille söyleyeyim, “hava attığımız” giysi ve eşyaların çoğu aslında “bizim memleketlerimizin mahsûl-i tabiîsi” imiş…
Meşhur, “hammadde satıp sanayi ürünleri alma” tartışması… Meşhur geri kalmışlık- kalkınma söylemleri… Hayrullah Efendi’nin bu konulara dikkat çeken son kişi olmadığı belli de, saded dışına çok çıkmadan söyleyeyim ki onun da 18.yüzyıla giden öncülleri vardı… “Bunlar niçin bizim ülkemizde olamıyor” diyor ve Frengistan mallarına muhtaç olmanın utancına daha ne kadar katlanacağımızı soruyor Hayrullah Efendi. Diğerlerinden daha yalın ifadeli ama tipik bir cümlesi aynen şöyle: “Bizim memleketimiz yani Türkistan’ımızda çuha imaline yarar tiftik ve yapağı mı yoktur.” Müsaadenizle bir de “Türkistan” ifadesine takılmayayım bu yazıda… Sadece Efendi’nin niyetinin Ortaasya’dan tiftik ve yapağı getirmek olmadığını söyleyip geçeyim.
Bizde şeker üretecek bitki mi yetişmez? Niye dağları delip bağırlarındaki madenleri çıkarmıyoruz? Şu yolların hâli nedir? Sular, dağlar ve ovalarda niye kendi kendine akıp gidiyor? Yolların kenarına niye ağaçlar dikilmez? Yolcular konaklasın diye güzel binalar yapacak taş mı bulunmaz? “Adem-i tavattun” (yerleşiklik eksikliği / göçebelik) ima eder şekilde ahşap evler yapmak da neyin nesi? “Avrupalılar gibi temeddün ve tavattun hâlini gösteren kârgir haneler inşasına hangi vakit başlanacaktır”? İşte bunları kendi kendine soran ve bunlara neyin engel olduğunu düşününce “gayret-i vatan”ı coşan bir “insan-ı kâmil” yeis deryalarına batıyormuş. Lâfı çok da uzatmayayım. Cumhuriyet dönemi nesillerinin bile ancak son çeyrek asırda giderek daha az duydukları cümleler, örnekler…
Neyse ki bu monologda sağduyuya çağrılar ve çeşitli teselliler de var. Medenî ve mamur gördüğü yerlerin uygarlaşmaya ve sanayileşmeye başlamasının ikiyüz elli yıllık bir düşünce birikiminin sonucu olduğunu söyleyen Hayrullah Efendi kendi aceleciliğine kızıyor. Bir bireye göre aile, aileye göre millet, millete nazaran dünya daha kalıcıymış. Bu işler uzun solukluymuş. “Sen niçin acele edip müteessif olursun. Galiba her arzu ettiğini kendi asrında hazır bulmak dilersin” diyor, Avrupanın önceki zamanlarda “vahşet ve cehaletin merkezi” olduğunu hatırlatıyor. “Geri kalmış bir millet” içinde yaşadığı için milletini gelişmiş, zengin; yoksulluğunu ve cehaletini yenmiş olarak görmek istermiş. Hepsi bu…
En büyük müjde ise tarihten geliyor: “Ve senin milletin olan Türkler ve dindaşın bulunan Araplar, kendi namlarını ibka edecek nice nice âsâr-ı nafiaya muvaffak olmuşlardır. Yine olurlar” diyor. Bir müddetten beri “havass-ı millet” arasında deveran eden fikirlerin topluma çok faydası dokunmuş, “ittifak ve mamuriyetin kapıları açılmış ve terakki-i hürriyet ve servetin yolları görünmüş.” Velhasıl, Hayrullah Efendi, yeniçeriliğin ilgasından ve II. Mahmud’un “müceddid-i kavanin-i devlet” olmasından sonra devletin ilerleme yoluna girdiğini söylüyor. Tanzimat’a ve hükümdarına övgüler düzüyor. Eğitim çabalarından iyi sonuçlar alındığını belirtiyor. Demiryollarının yapılmaya başladığından, telgraf hatlarının çekildiğinden söz ediyor. “Kezalik emniyet ve ticaretin semeresi olan mütenevvi fabrikalardan ve vapur kumpanyalarından senin vatanın olan Türkistan’da dahi teşkil kılınmadı mı?” diye soruyor… “mücahit Osmanlı milletinin” ihyasından neler anladığını anlatıyor…
Bu yazıda aslında Osmanlı siyasî dilinin nasıl dönüştüğünü tartışacaktım, “geri kalmışlık-ilerleme” meselelerine daldık. Yerimiz kalmadı. Şu kadarını söyleyip bırakayım: Hayrullah Efendi’nin söylemindeki bu kelimelerin hepsi, vatan da millet de hamiyyet-i milliye de kesinlikle modern manalarıyla kullanılmışlardır. Dönüşümün hızı gerçekten de baş döndürücüdür. Gülhane hatt-ı hümâyûnu okunduğunda bile henüz tek bir İslâm milleti varken ve bu da dinî bir tanımlama iken millet kelimesini Türklere hasretmek, bunu açıkça söylemek ve Arapları “dindaş” kategorisine koymak hiç mümkün olur muydu?