Osmanlı Avrupası’nda kolonyal esintiler
Aydınlanmacı Penah Efendi’nin, Osmanlı Arnavutları için önerdiği kapsamlı projesini emperyal ve kolonyal bağlamlar çerçevesinde görmek gerekir.
Osmanlı bürokratı Moralı Süleyman Penah Efendi, İstanbul’da, köşesine çekildiği bir zamanda, 1785-1786 yılında, kendisinin Esbab-ı Tedbir-i Nizam-i Ekâlim (Ülkelerin Düzeni Üzerine Önlemlerin Araçları) diye adlandırdığı bir risâle kaleme almıştı. Pek çok açıdan İbrahim Müteferrika’yı kendine örnek alan Penah Efendi’nin bu eseri, Müteferrika’nın Usûlü’l- Hikem fî Nizâmi’l-Ümem (Milletlerin Düzeni Üzerine Bilgelik Usûlleri) adlı eseri gibi temel olarak Osmanlı sisteminin nasıl ıslah edileceğine dair bir siyasetnamedir. Yine de bu iki eserin isimleriyle müsemma olmadığını ileri süremeyiz çünkü her ikisinde de Osmanlı dışı dünyaya ve dönemlerinin uluslararası düzenine ciddî göndermeler vardır.
Penah Efendi’nin dünya bilgisinin bir kısmının, ismen bahsettiği iki Osmanlı yazarından biri (Diğeri tarihçi Naima’dır) olan Müteferrika’dan geldiği görülüyor fakat risâlelerinden kolayca görülebileceği gibi onun daha başka kaynakları da vardı. Mora’daki bazı Rum Ortodoks rahipleri ile iyi ilişkileri olduğu gibi kasabası Gastun’un karşısındaki Zanta Adası’ndan Venedikli dostları da bulunuyordu. “Tecessüs” sahibi bir kişi olarak Penah Efendi, soruyor, öğreniyor ve şüpheciliği elden bırakmıyordu.
Gérôme, Namaz Kılan Arnavutlar.
Mesela, ilk risalesi Sefer-i Mora’da anlattığı üzere, Moskof devleti de, Yeni Dünya’da ve İran ve Hindistan devletlerinin denizcilikle uğraşmamasından yararlanarak Doğu Hint sahillerinde denizaşırı topraklara sahip olan İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi yapmak istiyordu. Bu amaçla Baltık kıyısında, “Petroburgo” kentini kurmuş, liman ve tersane edinmişti. O da dünyanın o bölgelerine gemi göndermek ve eğer imkân olursa toprak dahi çalmak ve Moskof kavmini ticaret ile ihya etmek peşindeydi. Penah’a göre, 1751-52 yılında Habeşistan’a giden ama Hıristiyan olmalarına rağmen yerli ahali ile uyum sağlayamayan Rum Ortodoks rahiplerini de Rusya harekete geçirmişti. Dönebilen rahiplerden ikisi ile görüşen yazarımızın aklı, bu rahiplerin kendiliklerinden yolculuk zahmetlerine katlanmalarına ve masrafa girmelerine hiç yatmamıştı.
Aynı şekilde, güvendiği ve bir gün “felâh” ve “salâh”a kavuşacağını umduğu bir Rum rahip dostu, Yunanca fenleri bitirdikten sonra Latin ve İtalyan dillerinde de fen tahsil etmek amacıyla Nemçe (Avusturya) taraflarına gitmiş ve 15 yıl kaldıktan sonra 1192’de (1778) geri dönmüş. Buluştuklarında, Penah, kötü yönetimden dolayı Rumeli taraflarından kaçarak Avusturya tebaalığına giren ve sayıları o yıla kadar 500,000’e ulaşan Osmanlı reayasının geri getirilip getirilemeyeceğini sormuş. Rahip dostu “Devlet-i Aliyye’nin sadık ve gayretkeşi olmakla” ağlayarak buna imkân olmadığını söylemiş.
Hemen not edeyim ki Penah’ın Rum ruhban sınıfıyla olan iyi ilişkileri bu adını vermediği rahip dostuyla sınırlı değildi. 1770 ihtilâlinde bir manastırdaki rahiplerin, saldırı altındaki Müslümanları koruduklarını, olaylar sırasında manastırlarına kapanıp ihtilâle karışmadıklarını ve onlardan zerre kadar kötü bir hareket gelmediğini, devlete sadık kaldıklarını söylüyor. Hatta daha önce de, Osmanlı 1715’te Mora’yı Venedik’ten geri alırken bu rahiplerin, Rum reayasını Osmanlı tarafına çekmek hususunda çok hizmetleri dokunmuş.
Dolayısıyla alçakgönüllü bir tahminde bulunabilir ve Penah Efendi’nin sadece dünya bilgisinin değil, bariz Aydınlanmacı fikirlerinin de hiç değilse bir kısmını, siyasî olarak ihtilâlcilerin yanlarında olmasalar da bu sınıfa borçlu olduğunu ileri sürebiliriz. Hem de 1789’daki Fransız Devrimi’nin henüz patlak vermediği bir zamanda… Evet, Penah Efendi’nin Fransız Aydınlamacılarıyla ve hele onların Avusturya, Prusya ve Rusya’daki tepeden inmeci uygulayıcılarıyla örtüşen pek çok düşüncesi vardı. Bunlar arasında, bir devletin, halkını eğitmesi gerektiğini, devlet dilinin nüfusun her kesimi tarafından kullanılmasının şart olduğunu, dilin basit olması lüzumunu, matbaanın bu hususta göreceği işlevi, sanayinin ve ticaretin geliştirilmesi gerektiğini bir çırpıda sayabilirim. Ayrıca ülkenin parasının dışarıya gitmemesi yolundaki merkantilist fikirlerini, düzenli bir askerî teşkilât yapılmasının sadece savaşları kazanmak için değil ülkeyi kolayca yönetebilmek için gerekli olduğu düşüncesini ekleyebilir ve tüm bunları da bir imparatorluk arkaplanı eşliğinde gündeme getirdiğini, söylediklerinin kolonyalizm ve hatta milliyetçilik bağlamlarında geniş imaları olduğunu ileri sürebilirim.
Penah Efendi, devletlerin üç tane ana işi olduğunu söylüyor. Bunlar, hazinenin korunması (siyanet-i hazine), tebaanın refahının sağlanması (refâhiyet-i reâya ve berâya) ve askerin düzenli olması imiş (nizâm ve rabıta-i asker). Diğer işlerin ise “yok menzilesinde” olduğunu söylüyor. Tabii ki diğer işler de bir şekilde bu üç büyük işlevin parçaları olarak görülebilir ama ben yazının kalanında bu yok menzilesinde dediği işlere eğileyim diyorum çünkü Penah’ın projeci ve toplum mühendisi yönleri buralarda çok net görülüyor.
Penah Efendi’nin bilginin anlaşılır ve ulaşılır olması hususunda matbu malzemeye büyük önem verdiği risâlesinin değişik yerlerinden anlaşılıyor. Ordu düzene konduktan ve bir “nizâm-ı cedide” yapıldıktan sonra, sade bir dille (ıstılâhatdan âri) ve kamunun anlayacağı şekilde bir kitabın yazılıp matbu olarak (basma hattıyla) çoğaltılmasını ve her tarafa yayımlanmasını öneriyor. Böylece nizâmın şartlarını herkes bilir ve ona göre hareket edermiş. Şöyle diyor:
“Frengistan’da föyöta [feuilleton] tabir olunur basma hattıyla havâdis-nâmeler (gazeteler) çıkması mücerred avam-ı nâsı (halk tabakasını) terbiye ve ikaz içindir. Avam-ı nâsı böyle mel’abelerle (eğlencelerle) terbiye ederler.”
Ona göre, Avrupalılar, bu tebaalarını “terbiye” işini kolonilerinde bile becermiş. Bağlam, koloniler ve Batı yayılmacılığı olunca, Penah Efendi’nin basit bir “eğitim verme” veya “halkı eğitme”nin çok ötesinde, yerli halkların dillerinin ve kültürlerinin yok edilerek bir düzene bağlanmalarını kast ettiğini daha açık olarak görebiliyoruz.
Bunu yaparken de döneminin Avrupa-merkezci tavırlarını benimsiyor ve kolonize edilen yerleri herhangi bir “terbiyeden” ve kültürden mahrum olarak görüyor. Aslında, her iki risâlesinde değişik vesilelerle sözünü ettiği üzere Avrupa dışındaki toprakların ahalileri, mesela Habeşistanlılar ama özellikle de Amerika yerlileri veya onun kullanımında, “Amerikan kavmi”, “behaim”den (hayvanlardan) farksızdı ve Penah’ın gözünde ilkelliğin ve vahşiliğin en üst boyutunu temsil ediyorlardı.
O kadar ki, Penah, beğenmediği kişileri doğrudan “Amerikan” olarak niteliyordu. Mesela, Venedikli dostlarından Mora Rum reayasının ayaklanacağı haberlerini aldığında ve nihayet Kasım- Aralık 1769’da bir Rus gemisi Mora açıklarına geldiğinde bile “Mora’da a’yân olacak behâim-i kavm-i Amerikan” ve Mora mütesellimini inandıramadığını söylüyor. Düz bir okuma bize “Mora’da ayan olan Amerikan kavmi hayvanları” gibisinden bir kategori olduğunu söyler. Dönemin pejoratif ağzını bir tarafa bıraksak bile Mora’da ayanlık yapan Amerikan yerlileri herhâlde epey bir karışıklığa yol açar! Aynı şekilde, kuşatılan Badra kalesi ahalisini, şehrin varoşu elde iken kaleye zahire koymamakla suçluyor. Ona göre Badralılar, kaleye zahire koyarlarsa asiler korktuklarını anlar diye “Amerikanca mülahazalarıyla” yani Amerikan yerlileri gibi düşünerek hareket etmişler. Aynı şekilde Osmanlı Arnavutluk’undaki iki sancağın, Delvine ve Avlonya halkının, başkalarıyla görüşüp arkadaşlık etmemelerinden dolayı Amerikan yerlilerinden farksız olduğunu söylüyor (adem-i ülfetten Amerikan kavminden farkları yoktur).
Penah Efendi’nin, Delvine ve Avlonya sancaklarında yaşayanlar başta olmak üzere Osmanlı Arnavutları için önerdiği kapsamlı projesini, kendisinin de gayet bilinçli bir şekilde yaptığı gibi emperyal ve kolonyal bağlamlar çerçevesinde görmek gerekir. Ona göre, Arnavutluk’un her tarafı öyle değilmiş ama Delvine ve özellikle de Avlonya sancakları ahalisi sürekli fesat ve eşkıyalık peşindeymiş çünkü dört yüz seneden fazladır nizâmlarına himmet olunmamış, toprakları da verimsiz olduğu için yağmacılık gibi uygunsuz hareketlere mecbur oluyorlarmış. Penah, siyaseten doğrucu bir dil kullanımının akla bile gelmediği bir dönemde, “Bahusus nizâmlarına murad olunmadığından vahşi ve terbiyesiz bir kavim olup memâlik-i mahrûsaya gidip gelmezler ve ticaret ve sanat nedir bilmezler” diyor. Dahası aralarında sanat ve ticaret kötülenirmiş (Sanat ve ticaret mezmûmdur). Birisi kasaplık veya bakkallık yapsa ayıplanırmış ama kullanılmış nal ve mıh çalmaya çıkmak ayıp değilmiş!
Öte yandan, iyi huyları da varmış. Eğer bir yolcunun yolda başına bir şey gelmez de bir köye ulaşırsa, en yoksul birinin evine bile gitse hemen konuk eder, misafir muamelesi yaparlarmış. Aralarında ehl-i ırz olanlar çokmuş ama eşkıyalık peşinde olanlar ağır bastığından, düzensiz olduklarından ve Osmanlı ülkeleriyle görüşüp dostluk etmediklerinden yol yordam bilmez vahşiler imişler (memalik-i mahrusa ile adem-i ülfet ve ünsiyetten vahşiler olup adâb ü erkândan bîbehre bir kavm). İstenirse nizâm altına alınmaları mümkünmüş.
Penah Efendi’nin “soylu vahşiler” olarak gördüğü Arnavutluk ahalisi için önerdiği temel çözüm onlardan kayıt altında, sıkı denetlenen ve iyi maaş alan yaya ve süvari, askerî birlikler oluşturulmasıdır ama bu yazıda bununla değil, onun “sosyal” projeleriyle ilgiliyim. Yazarımız, Mora’da ve Rumeli’nin birçok yerinde kendisi bizzat görüp tecrübe etmiş ki aralarında yarım saatlik mesafe olan köylerden Rumca konuşanlar yumuşakbaşlı, alçakgönüllü ve itaatli ama Arnavutça konuşanlar dikbaşlı ve kaba oluyormuş. Efendi bunu Arnavutçanın kendisinin sert bir lisan olmasına bağlıyor. Övgü için söylenen sözler bile öfkeli ve sert duruyormuş. Eğer Arnavutça konuşulmazsa bütün sertliklerinin gideceğine ve “tebdil-i ahlâk” edeceklerine hiç şüphe yokmuş çünkü Arnavutça zarafetten nasibini almamış bir dilmiş ve Arnavutlar, “Türkî lisanını” bilmedikleri için sohbetten etkilenmiyorlarmış.
Daha sonra söyledikleri ise, “Hâl böyleyse neden Rumca öğretilmesin? Türkçe de nereden çıktı?” gibisinden bir yorum yapmamızın önünü bütünüyle kestirecek niteliktedir: “Mutlak bir kavm terbiyesi bir devletin tekellüm ettiği lisânı tekellüme muhtaçtır”. Bu, benim gördüğüm, Türkçenin, Osmanlıda devlet dili olduğuna dair en erken bir göndermedir ve Penah Efendi, devlet dilinin öğretilmesini, bir kavmin eğitilmesi ve düzen altına alınmasının şartı olarak görmektedir. Dolayısıyla, Rumca konuşanlar hakkındaki övgü dolu sözleri bir yana, Arnavutların, Türkçe öğrenmelerinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Sonuçta Osmanlı devleti Rumca “tekellüm” etmiyordu ki! Bitmedi tabii ki… El-mecbur devam edeceğiz ve göreceğiz bakalım Osmanlı devletini diğer imparatorluklar gibi gören, onlar gibi olmasını isteyen ve dahi kolonyal yöntemler önerenler daha 18. Yüzyılda var mıymış…