Misâk-ı Millî ulus-devlet değil, imparatorluğu kurtarma projesiydi
Misâk-ı Millî, günümüzde bağlamından koparılarak ulus-devlet kurulmasıyla sonuçlanan bir ulusal kurtuluş savaşı programının aşaması olarak sunulmaktadır.
Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Misâk-ı Millî arasında, Arap çoğunluğun ayrılmasından sonra geride kalacak olan halkın tarifi ve çeşitli etnik unsurların birbirlerine nasıl davranacaklarının belirlenmesi açılarından ciddî bir devamlılık olduğu açıktır. Öte yandan, Misâk-ı Millî ile bu kongre kararları arasında, en kritik noktada bir ayrılık vardır: Misâk-ı Millî, Erzurum ve Sivas’ın aksine, Osmanlı ülkesinin sınırları olarak Mondros Mütarekesi sınırlarını kabul etmiyordu!
Dolayısıyla, Misâk-ı Millî’nin, “ulusal kurtuluş savaşı programının” planlı adımlarından biri olduğu ve “esaslarının” o kongrelerde belirlendiği yolundaki resmî tarih görüşü ancak Misâk-ı Millî’nin Mondros Mütarekesi’nin çizdiği sınırlardan farklı sınırlar tahayyül ettiği olgusunu bastırmakla tedavüle sokulabilirdi. Resmî tarih kitaplarında yapılan da bundan başka bir şey değildir.
Mustafa Kemal’in mesafeli duruşunda ise Misâk-ı Millî’nin somut ve savunulabilir sınırlar çizmemesinin muhakkak ki bir payı vardı fakat onun bütün görüş ayrılıklarının buradan kaynaklandığını düşünmüyorum. Bu noktayı irdeleyebilmek için Misâk-ı Millî’nin, tasavvur ettiği ülkenin yaşayabilmesi için olmazsa olmaz koşullarını da dünyaya ilân ettiğini hatırlamak ve birtakım sorular sormak durumundayız.
Bu soruların nirengi noktası Misâk-ı Millî’nin, ileride bir ulus-devlet kurulmasını hedefler bir şekilde bir “ulusal kurtuluşu” öngörüp öngörmediği hususudur. O dönemin kaynaklarında “millî mücadele”, “istiklâl-i millî”, “meclis-i millî” gibi kavramlar bol bol geçiyor ama Misâk-ı Millî’yi kaleme alanlar hakikaten de bir ulus-devlet kurmak peşinde miydiler ve o hedefe ulaşmak için mi mücadele ediyorlardı? Misâk-ı Millî’nin millîsi, ulus-devletin millîsi ile aynı şey miydi?
Gerek kongre beyannameleri gerekse Misâk-ı Millî’nin, işgal altındaki Arap topraklarının ayrılmasından sonra geriye kalan ve bölünmez bir bütün oluşturacak olan ülkeyi Osmanlı İmparatorluğu olarak gördükleri açıktır. “Câmia-i Osmanî”, “Osmanlı vatanı”, “Memalik-i Osmaniye”, “Devlet-i Osmaniye” gibi ifadeler bu noktayı net bir şekilde gösteriyor. Bu ülkenin siyasî kaderini elinde tutacak “millet” ise, “bilcümle anasır-ı İslâmiye”, “bilcümle İslâm vatandaşlar”, “İslâm ekseriyet-i kahiresi”, “Osmanlı İslâm ekseriyeti” ibarelerinden görüldüğü üzere Müslüman Osmanlı’lardan oluşuyordu. Bu belgelerin hiçbirinde Müslüman bir etnik grubun adı ayrıca geçmez. Gayrimüslim Osmanlı vatandaşları ise belirli hakları olan azınlıklar olarak tanımlanmıştı ve ülkenin siyasî kaderinde herhangi bir rol oynamaları beklenmiyordu.
Anadolu’da şekillenmekte olan Millî Hareket’in sözcülüğünü yaptığı bu Osmanlı İslâm ekseriyetinin, ülkelerinin gelecekteki sınırlarından başka birtakım siyasî talepleri de vardı. Millî Hareket, “saltanat / imparatorluk”, “hilafet” ve “payitaht” konularında ne diyordu? Erzurum, Sivas ve Misâk-ı Millî beyannamelerine bakalım:
“2. Osmanlı vatanının tamamiyeti ve istiklâl-i millimizin temini ve makam-ı saltanat ve hilafetin masuniyeti için Kuva-yı Milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.” (Erzurum)
“2. Camia-i Osmaniyenin tamamiyeti ve istiklal-i millîmizin temini ve makam-ı muâlla-yı hilâfet ve saltanatın masuniyeti için Kuva-yı Milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak, esas-ı katidir.” (Sivas)
“4. Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Saltanat-ı Seniye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehriyle Marmara denizinin emniyeti her türlü halelden masun olmalıdır. Bu esas mahfuz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticaret ve münakalat-ı âleme küşadı hakkında, bizimle sair bi’l-umum alâkadâr devletlerin müttefikan verecekleri karar muteberdir. (Misâk-ı Millî)
Sarahatle görüldüğü gibi, bütünlüğü sağlanması gereken vatan, Osmanlı vatanı ve korunacak “ulusal”/ millî bağımsızlık, Osmanlı bağımsızlığı idi. Ayrıca, hilafet ve saltanat makamları korunuyordu. Misâk-ı Millî’de biraz dolaylıydı, İslâm Hilafetinin ve imparatorluğun merkezi olan İstanbul’un güvenliği temenni ediliyor, ancak bu koşulla boğazların ticarete açık olacağı söyleniyordu ama bu vesileyle hilâfetin ve saltanatın da Misâk-ı Millî’nin kırmızı çizgilerinden olduğu ilân edilmiş oluyordu.
Peki, Mustafa Kemâl’in, bu yukarıdaki manzara ile bir sorunu olur muydu? Yukarıdaki ilk iki madde ile sonuncusu arasındaki bariz bir farkı şimdilik atlayarak görüşümü belirteyim: 1919- 20 için sorulursa hipotetik gibi görünebilecek bu sorunun 1927 için cevabı, kesinlikle, “Vardı, hem de çok” yönünde. Bunu da öyle uzaklardan değil, Mustafa Kemal’in Nutuk’undan biliyoruz.
Mustafa Kemal orada, hepsi de birkaç yıl öncesinin yakın tanığı olan dinleyicilerine 1919’un koşullarını ve farklı kurtuluş arayışlarını anlatmaktaydı. Buna göre, İngiltere himayesi ve Amerika mandası talep ederek Osmanlı Devletinin bölünmesini engellemek ve bir bütün olarak korumak isteyenler ve bir de “kendi başlarını kurtarmaya” çalışarak yerel seviyede kurtuluş arayışlarına girenler vardır. Sonrası şöyle:
“Efendiler, ben, bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü, bu kararların istinad ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassız idi. Hakikat-ı hâlde, içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini teminle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, padişah, halife, hükümet, bunlar hepsi medlûlü kalmamış birtakım bimânâ elfazdan ibaretti.
Nenin ve kimin masuniyeti için kimden ve ne muavenet talep olunmak isteniyordu?
O hâlde ciddî ve hakiki karar ne olabilirdi?
Efendiler, bu vaziyet karşısında bir, tek karar vardı. O da hâkimiyet-i millîyeye müstenid, bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek!”
Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife eğer böylesine anlamsız, boş lâflardan ibaret idiyse Mustafa Kemâl’in, Misâk-ı Millî ve hatta diğer kongre beyannamelerine iyi bir gözle bakmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü hepsi de bu “bimânâ” ve ömrünü tüketmiş, desteksiz kurumların korunması taleplerini ilân etmişti!
Tabii ki bu sözlerin, saltanatın ve hilafetin kaldırıldığı bir çağda söylendiği ve Mustafa Kemal’in kendi bulunduğu 1927 yılından geriye bakarak geçmişi anlamlandırdığı ileri sürülebilir. Böylesi bir ihtimali teorik olarak hiç dışlamamakla birlikte o kanaatte değilim. Bunu da Mustafa Kemal’in “İşte, daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur” demesine dayandırmıyorum. Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözlerinde samimi olduğuna şahsen inanıyorum ama bir tarihçi olarak salt sonradan yapılmış bir beyana dayanmaktansa döneminin belgelerine dayanmayı ve o beyanı döneminde doğrulayan veya yanlışlayan belgelerin olup olmadığını sorgulamayı yöntem açısından daha sağlam buluyorum.
Sorunlu “Türk” kelimesini bilerek bir yana bırakırsak, var mıydı gerçekten, daha 1919’da, hâkimiyet-i milliyeye dayanan ve kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir devlet kurma çabaları? Bu da bizi, iki kongrenin beyannameleri ile Misâk-ı Millî arasındaki, biraz önce atladığımız, çok önemli diğer farka getiriyor. Erzurum’da, milletin, “hiçbir irade-i milliyeye istinad etmeyen hükümet-i merkeziyemizin”, vatanın bölünmesi ve çökmesi tehlikelerine çare olamayacağına inandığı söylenir. Dahası, irade-i milliye dayanmayan bir hükümetin keyfî kararlarına milletçe itaat edilmeyeceği belirtilir. Sivas’ta da, eğer Osmanlı hükümeti herhangi bir dış baskı karşısında ülkenin bir kısmını terk etmek zorunda kalırsa “makam-ı hilâfet ve saltanatla vatan ve milletin” korunması ve bütünlüğünü sağlayacak her türlü tedbirin alındığı belirtilir. Her ikisinde de Kuva-yı Milliye’yi etken ve millî iradeyi hâkim kılmanın esas olduğu vurgulanır.
İlginçtir, Osmanlı ülkesinin bütünlüğü ve millî bağımsızlığın sağlanması ile hilafet ve saltanatın korunması millî iradenin hâkim kılınması hususuna bağlanmıştır. Dolayısıyla, 1919 yılının beyannamelerine bakılarak “yeni bir Türk” devletinin kurulacağı kesinlikle söylenemezse bile vurgunun “millî irade” üzerinde olduğu söylenebilir. Saltanat ve hilafetin yaşayabilmek için millî iradeye ihtiyaçları varsa, aynı irade her ikisini de kaldırabilirdi, değil mi? Bu kongre kararlarının 1921’deki Teşkilât-ı Esasî’nin ilk maddesi olan “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” ilkesine temel teşkil ettiği, onun da sonraki Cumhuriyet rejiminin habercisi olduğu düşünülürse, Mustafa Kemal’in 1927’deki sözlerini Anadolu’da yeni bir yönetimin belirmesi bağlamında değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in salt 1927’deki sözlerini değil, 1919’dan itibaren hareketlerini dikkate alırsak kafasında gerçekten de bir ulus-devlet kurma projesi olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki, Misâk-ı Millî bu projenin bir aşaması veya parçası değildi. Beyannamenin hiçbir yerinde “irade-i millîyeye” herhangi bir gönderme olmadığı gibi hilafet ve saltanat makamlarının korunması da “irade-i millîyeye” bağlanmamıştı. Her ikisi de millî iradeden bağımsız olarak varsayılmıştı. İstanbul ve Marmara’nın her türlü tehlikeden korunması temennisiyle hilafet, saltanat ve hükümetin de korunacağı düşünülmüştü. Mustafa Kemal’in bu yaklaşımla ideolojik düzeyde ne kadar çok sorunu olacağı aşikârdır. Başka bir deyişle, Misâk-ı Millî, ulus-devlet kurmak yolunda bir çaba olmayıp, Arapların ayrılması fikrinin kabulünden sonra geride kalanı yine bir imparatorluk ve ahalisini yine Osmanlı olarak tutmak yolunda yapılmış bir son dakika girişimiydi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, kendinden önceki kongre beyannameleriyle aynılaştırılarak belli bir ölçüde sahiplenilmiş fakat bununla mütenasip olmayan bir şekilde de önemsizleştirilmiştir.