‘Koca sekbanbaşı’nın Türkleri vasfettiğidir
Vakanüvis Ahmed Vâsıf Efendi’nin Hülâsatü’l-Kelâm’ı (Koca Sekbanbaşı Risalesi) her şeyden önce Nizam-ı Cedid’in propagandasını yapmak için kaleme alınmıştı ve önceliği doğru tarih bilgisi vermek değildi. Yeniçeri Ocağı’nı Kanuni’ye nasıl kurdurttuğunu gördük.
Vâsıf Efendi “halk için, halk diliyle” yazdığı bu metinde argümanlarını savunmak için “tarihten” deliller getirmekle kalmaz, imparatorluktaki değişik etnik gruplar hakkında birtakım görüşler ve önyargıları da dillendirir. Bunların başında Türkler gelmektedir. O kadar ki metnin bütünü dikkate alınınca Vâsıf’ın, “Türk” diye adlandırdığı insanlar için bir grup profili çizmek açısından ciddî bir çaba içerisinde olduğu açık bir şekilde görülebilmektedir. Bunu niçin yapıyordu? Kendisi de imparatorluğun ağırlıklı olarak Türk olmayan bir bölgesinden, Bağdat’tan gelen Vâsıf, “Osmanlı” sınıfının yani yönetici elitin önyargılarını mı yansıtıyordu? 18. Yüzyılın sonlarında kendilerini “Türk”tense, sadece “şehrî” (şehirli) olarak nitelendiren payitaht ahalisinin hoşuna gidecek bir dil kullanırsa Nizam-ı Cedid propagandasının daha başarılı olacağını mı düşünüyordu? Dahası kimlerdi onun dilindeki bu “Türkler”? Diyorum ki, bu soruları akılda tutarak metne sistematik bir gözle bakalım.
Rusya’nın Karadeniz’e çıkmasından sonra Osmanlı yöneticileri kuzeyden İstanbul’u hedef alacak bir saldırıdan hep çekinmiş ve Boğaz girişinde kaleler yaptırmak gibi önlemler almışlardı. Vâsıf, Rusların şehir hakkındaki kötü niyetlerinin, Ruslarla 1792’de barış yapılmasından sonra geri dönen Osmanlı esirlerinden öğrenildiğini söylüyor.
Buna göre, kraliçenin (II. Katerina) sözü geçen adamlarından Şeremet (Nikolay Şeremetev), İstanbul’un alınması için kara tarafından yapılacak zahmetli bir operasyona gerek olmadığı düşüncesindeymiş. Planı gayet basitmiş. İstanbul’da savaşçı bir asker sınıfının olmadığını, vilayetlerden gelecek askerin de birkaç aydan önce şehre ulaşamayacağını söyleyen Şeremet, İstanbul’un içme sularını sağlayan bentlerin yıkılmasını önermiş. Böylece, sular yarım saat içinde akacak, “Moskof askeri bentleri yıkmış, külliyetli askeri gelip İstanbul’a yürüyecektir” söylentileri çıkacak, Rus taraftarı olan Rumlar da (bizim gayretimizi çeken Rum milleti) harekete geçince susuzluktan bunalan şehirde olanlar olacak, Ruslar kenti kolayca alacakmış. Vâsıf, Şeremet’i şöyle konuşturuyor:
“İstanbul’dan derme çatma bulacakları asker dahi tez elden üstümüze gelemeyip hemen kendi mâldâr milletlerinin ve padişah, vezir, ulema, bezirgân ve ricallerinin mallarını yağma ve ellerine geçen şeyleri kayıklara ve mavnalara koyup Anadolu’ya ve Rumeli’ne firara bakarlar. Onların Türk askeri yağmacıdır; ben onların hallerini vezirlerin yanlarında bulunup görmüşümdür.”
Böyle bir plan yürür müydü yürümez miydi, konumuz o değil ama Vâsıf, Levent Çiftliği’nde bir Nizam-ı Cedid kışlası kurulmasını böyle açıklıyor. Boğazı, bentleri ve dolayısıyla İstanbul’u ancak düzenli bir ordu koruyabilirdi… Peki, Şeremet’e atfen, yağmacı ve Türk olduklarını söylediği, şehirdeki savaşçı olmayan, derme çatma askerler kimler oluyordu? Sakın yeniçeriler olmasın?
Yeniçerilerin geçmişteki ve kendi zamanındaki hâlleri hakkındaki bazı tarihsel olmayan görüşlerini şimdilik bir yana bırakıp kestirmeden söyleyeyim ki öyle. Vâsıf, bütün metinde yeniçerileri “Türk” olarak niteliyor. Bunlar düzenli askerler olmamakla aralarında hep casuslar bulunurmuş. Bu casuslar çeşitli zararlar verir, “neferat-ı İslâmiyeye yoldaşlık daiyesiyle şeytan gibi damarlarına girip” onların aslen sahip oldukları şecaat ve diyanetlerini zayıflatacak şeyler öğretirmiş. Mesela şöyle derlermiş: “Be hey yoldaşım, devletin bize verdiği yedi akçe ulufedir. Bize şehadetle cennet gösterirler ve göz göre göre cümlemizi gâvura kırdırırlar. Bizim iki canımız yok ya! Gâvur bizim nemizi aldı? Boşu boşuna niçin kırılalım?” Vâsıf, casusların, “[H]enüz vilâyetinden gelmiş ahvâl-i düşmandan ve belki kendinden gafil, sadedil torlak Türkçeğizleri böyle ifsat” ettiklerini söylüyor ve onların da ‘[G]ide gide bazı seferlerde aşırı yüz bulup, ‘Büyükler yağlı pilav yesin, bizler kuru kuruya Moskof keferesiyle kırılmak neden olsun?” dediklerini hikâye ediyor. Türkler de böylece gark oldukları nimeti, gördükleri iltifatı ve iyilikleri unutur giderlermiş. Burada bir parantez açayım ve 1807’deki arşiv nüshasında bu ifadelerin tam karşısına “Bu küfran-ı nimetliğe söz yok” derkenarının düşüldüğünü belirteyim.
Vâsıf’ın zamanında devşirme yeniçeri alınması yolunun çoktan bırakıldığı ve Yeniçeri Ocağı’na girenlerin Anadolu ve Rumeli’nden gelen Müslümanlar olduğu, Müslümanlar içinde en büyük etnik grubun da Türkler olduğu düşünülürse bu “Türk” nitelemesinin çok da havada kalmadığı söylenebilir. Ayrıca, bu saflık atfının, yeniçeri askerlerinin Türklüklerinden ziyade taşradan yeni gelmiş ve acemi (torlak) olmalarıyla ilişkili olduğu da ileri sürülebilir. Yine de Vâsıf’ın böyle bir propaganda metninde yeniçerileri “Türk” olarak kategorize etmesi ve Türklere, dolaylı veya dolaysız olarak yağmacılık, saflık, kandırılabilirlik, nimetin kıymetini bilmemek ama öte yandan cesaret ve dindarlık gibi özellikler atfetmesi önemlidir. Kaldı ki, birazdan göreceğiz, Vâsıf’ın, Türkler hakkında aktardıkları ve görüşleri bu kadarla sınırlı değil.
Hikâyemize dönersek, casusların propagandasına maruz kalan “Türkler / Yeniçeriler”, “Gâvurla bizi dövüştürmediler ve izin vermediler, yoksa eğer izin olsaydı kralın tacını, tahtını başına geçirmek işten değildi. Lâkin devlet ricali mürted olduklarından bizleri gâvura kırdırıp, esir ettirip, Moskof keferesinden varillerle altın aldılar” şeklindeki uydurma sözlerle günlerini geçirir olmuşlar. Savaş sırasında da “uzaktan top sesini işittikleri gibi ve birkaç şapkalı gördükleri anda, içlerinde Müslüman kıyafetinde bulunan casuslar” hemen bağırmaya başlar ve “Ümmet-i Muhammed, ne durursunuz, gâvur ordumuzu bastı, öküz boynuzu çevirdi; şimdi cümlemizi sürer, esir oluruz” dedikodularını çıkarırmış.
Buradaki “öküz boynuzu çevirdi” ifadesinin, ordunun iki yandan çevrilerek kuşatma altına alınması hâlini belirtmek için kullanıldığını söyleyeyim. Hâl böyle olunca bir panik başlar, eskiden kazanları uğruna bin adam şehit veren yeniçeriler yarım saat içinde dağılır, kaçarken de Osmanlı karargâhı üzerine uğrar, hazine, eşya ve çelenk sandıklarını yağma eder, aslında çarpışmalarda başarılı olan askerlere verilen çelenklerin birkaçını birden başlarına takar ve ortalıkta “dahdah delisi gibi” gezerlermiş. Kim gerçekten gazidir, kim değildir bilinmezmiş.
Vâsıf, son seferlerdeki Osmanlı yenilgilerinin hepsinin “askerlerimizin casustan gafil olmaları ve her şeylerinin karmakarışık olduğundan” kaynaklandığı görüşünü çeşitli anekdotlar aktararak risalesinde anlatmaya çalışıyor. Tabii ki savaş meydanlarında görmüş geçirmiş, tecrübeli eski yeniçeri rolündedir:
“Kefere taifesi gayet mekkâr ve hilekâr ve bizim ağzı yoz-boz Türkçeğizlerin ne derecelerde gabaveti olduğu ehline aşikâr olup, küffar ekser zamanda işini ve gücünü zor ile etmeyip bizim yüz bin adamla zuhura getiremeyeceğimiz güç maddeleri kemal-i hile ve kolaylıkla vücuda getirdiğine vukuf-ı tahsil eyledik.”
Devlet adamlarının mürted olması ve memleketi satmaları bahsine gelince, o da, “hüzün ve elem” veren bir hikâye ve yine düşmanın hilebazlığı ile birilerinin aşırı saflığının bir araya gelmesiyle vaki olmuş. “[K]endi kendimizi ne tarikle harap ettiğimizi beyanla kendimizi, kendimize bildirmek için” anlattığını söylüyor yazarımız “Koca Sekbanbaşı”.
Son Rusya seferindeymiş. “Yeniçeri zümresinden üç nefer”, Moskof’tan bir “dil” (konuşturulacak esir) almaya çıkmışlar. Kazayla “otlakçı gâvurun” birini tutup “dil aldık” diye orduya getirirlerken, “Eflâk ahalisinden Türkçe bilir bir hilekâr hınzır oğlan” olan esir, “Ağalar, beni halâs ederseniz, benim babam bir zengin adamdır, sizlere çok ikram edip, yoksulluğa tövbe edersiniz” diyerek bunları inandırmış. Onlar da Rus sınırına gidip esirlerinin “yalandan babam dediği pezevengi” bulmuşlar.
O da hilekârın biri olduğu için “İşbu neferkeş ağızlı Türklere” çok teşekkür eder, ayaklarına kapanır ve “Benim oğlumu öldürmemişsiniz ve esir dahi etmemişsiniz” diyerek 500 Macar altını vereceğini ve ayrıca ikram olarak da “bir şey” göstereceğini söyler. Kılıklarını değiştirerek “kendi ordularında kurulmuş bir büyük çadır kenarına” götürür:
“Bu yoldaşlar görürler ki çadırın önünde kalabalık var ve çadırın içinde bir büyük terazi ile beyaz akçe ve altın tartılıp bu akçeleri ve altınları varillere doldurmaktadırlar. Çadırın içinde, çorbacı kalafatlı, poşulu, kavuklu ve baratalı, Tatar kalpaklı türlü türlü kıyafetlerle adamlar var. Akçelerle doldurdukları varilleri bu Müslümanlara taksim edip dururlar.”
Meğerse bu paraların birazı devlete, vezire, birazı yeniçeri ağasına, Tatar hanına filan gitmiyor muymuş? İyi kalpli “baba”, “Bizler sizlerin vilayetlerinizi akçelerimizle satın aldık. Hatta şimdi verilecek bu akçeler İstanbul bahasıdır. İstanbul’u dahi satın aldık. Hemen bizler yakında İstanbul’a gideceğiz” der. Yoldaşlara esir olmamaları için İstanbul’da bile oturmamalarını, memleketlerine gitmelerini ve bu sırrı kimselere söylememelerini öğütler.
Tabii öyle olmaz. Bunlar “kendi vilayetlerinde çift sürmeye mel’uf (alışmış) ve hile-i düşmandan ve belki kendinden gafil, sadedil ahmaklardan” olduklarından rast geldiklerine sırrı açarlar: “Bre Himmet Dayı, bizler buraya niçin geldik? Osmanlı bizim vilayetleri Moskof keferesine satmış ve akçesini alıyorlar. Hatta İstanbul bahası sayılırken gözümüzle gördük” diye yeminler ederler. “Burada ne duralım, işler hep Şam işi olmuş” derler, kendileri gibi saf ahmakları vehme düşürür ve ordunun “çil yavrusu” gibi dağılmasına sebep olurlar.
“[T]aife-i merkum ise filasıl beyni soğuk tabir olunurlar” diyen “Sekbanbaşımız” da bu “hazin” hikâyeden ammenin yararı için şu sonucu çıkarır:
“İşte bu macerayı Moskoflar kendi cemiyet yerlerinde gülüşerek birbirlerine hikâye ve nakledip, ‘Türk’e külli galebe için bir çadır kurup sahteden Müslüman kıyafetinde biraz adam peyda ve akçe tartıp onlara itâmızı üç nefer Türklere gösterdik, kendi ordularını kendi milletlerine perişan ettirdik. Ve külli galebemize üç Türk sebep oldu’ dediler.”
Düşman, asıl casus belasından başka, askerimizi böyle “iki çift sözle” de perişan ediyormuş.
Aman ne olur, hikâyenin kendi iç mantığına veya tutarlılığına hiç girmeyelim, “Ruslar, bütün o tiyatroyu hazır etmiş, bekliyor muymuş” filan demeyelim… Risalenin Vâsıf’ın hayatında basılmamış olması onun hakkında her veçhile hayırlı olmuşa benziyor. Başka bir propaganda metni olan Üss-i Zafer’in yazarı Esad Efendi’nin bu masalımsı kıssayı üstelik tutarsızlıkları ve inanılırlığı iyice zorlayan kısımlarını olabildiğince düzeltip kendi matbu kitabına alması ise herhalde onun bu kaba saba propaganda veya dezenformasyona inanmasından dolayı değil, bunların halk nezdinde hâlâ bir işe yarayacağına dair beklentisinden dolayıydı.
Görüldüğü gibi Vâsıf, yeniçerileri “Türk” olarak sunuyor ve kelimeye olumlu denebilecek pek bir anlam da yüklemiyor. Her zaman için, Osmanlının “Türk” derken sadece “köylü” demek istediği yolundaki artık eskiyen klişeyi öne sürebiliriz. Niye? Çok etnili bir imparatorlukta Türklerden başka köylü mü yoktu ki böyle bir özdeşleştirmeyi yaptılar diye sorarak hızlıca geçeyim. Kaldı ki, Vâsıf / Sekbanbaşı’nın, şehirli bir Osmanlının her türlü önyargısını dile getirse de Türkleri “kendimiz”den başka bir kategori olarak görmediği de ifadelerinden kolayca görülebiliyor.
Koca Sekbanbaşı Risalesinin 1910’da, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda yayınlanan metnine, “Türkler”e atfedilen kötü özelliklerin hiçbirinin alınmamış olması ise, milliyetçilik çağında gayet anlaşılır bir olgudur ve tabii ki Türk kelimesinin Osmanlının son döneminde kazandığı yeni değerlerle ilişkilidir.