Kanun-ı esasi’nin iki resmiyeti
Osmanlı’da bürokrasinin dili başından beri Türkçeydi. 1856 Islahat Fermanı ile gayrımüslimlere kamu hizmetleri resmen açılıncaya kadar da devlette Müslümanların çok büyük bir ağırlığı vardı. Dolayısıyla, din ve dil, bu iki konuda herhangi bir resmî düzenleme olmadığı zamanlarda da Osmanlı devlet aygıtının bıraktığı kayıtların diline bakarak Türkçenin ve devlet hizmetinde çalışanların dinî kimliklerine bakarak da İslâmın Osmanlı resmiyetinin iki temel unsuru olduğunu söyleyebiliriz.
1876’da devlet dini ve resmî dilin neler olduğunun belirlenmesini, eskiden beri gelen uygulamanın basitçe kâğıda geçirilmesi olarak görmek mümkündür. Öte yandan bir milliyetçilik çağında böyle bir vurgulamanın yapılmasını bütünüyle önemden uzak olarak da görmemek gerekir. Sonuçta her iki resmiyet de Osmanlı döneminden Cumhuriyet’e kadar taşınmış; İslâmın devletin resmî dini olduğu hususu 1928’e kadar anayasada kalmış, Türkçeye ise, Osmanlı döneminde hiç görülmeyen bir vurguyla, “ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” teşkil eden Türkiye Devleti’in dili olarak, mevcut anayasanın değiştirilemez nitelikteki hükümleri arasında yer verilmiştir.
***
Aslında Kanun-ı Esasi’nin hiçbir müstakil maddesinde Türkçenin devletin resmî dili olduğu belirtilmemiştir. Bunun böyle olduğunu dolaylı olarak öğreniriz. Meselâ, 57. Madde’de, Osmanlı parlamentosunda, hem Mebusan hem de Ayan’daki tartışmaların “lisân-ı Türkî üzere cereyan” edeceği söylenmektedir. Padişahın, doğrudan atadığı Ayan Meclisi üyelerinin, elit olmak hasebiyle Türkçe bilmemeleri gibi bir ihtimal düşünülmediği için olsa gerek Ayan üyesi olabilmek için Türkçe şartı anayasada aranmamıştır. Anadili Türkçe olmayan bölgeler de dâhil olmak üzere imparatorluğun her köşesinden gelecek olan mebuslarda ise bu ihtimal ciddî olarak mevcuttu. Dolayısıyla, Kanun-ı Esasi, Türkçe bilmeyi mebus olarak seçilmenin şartları arasında saymakta ve Türkçe bilmeyenin mebus olamayacağını tasrih etmektedir (Madde 68). Hatta aynı maddede “Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır” hükmü getirildiğine göre Türkçeyi sadece konuşur olmak da aslında yeterli görülmemektedir. Bu ilk seçimlerde bir istisna yapılmış ama ikinci seçimlerden başlayarak Türkçe okuryazarlık da istenmektedir.
***
Meclis’in dilinin Türkçe olacağı ve mebusların Türkçe bilmeleri yolunda olan bu anayasal hükümlerin tek başlarına Türkçeye herhangi bir resmî dil statüsü vermediği açıktır. Asıl önemli olan 18. Madde olup o da aynen şöyledir: “Tebaa-i Osmaniyenin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.” İşte burada, dolaylı da olsa, Osmanlı devletinin resmî dilinin Türkçe olduğu hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde söylenmektedir.
II. Abdülhamid’in Mâbeyn Feriki İngiliz Said Paşa’nın, Türkçenin “devletin lisân-ı resmîsi” olmasını sağlayan kişi olduğu konusunda tarihçiliğimizde oldukça yaygın bir kanaat vardır. Meselâ, Danişmend, Kronoloji’sinde şöyle demektedir: “Bu projenin ilk şeklinde bir takım münâkaşalara sebep olan maddelerin en mühimleri ikidir: Biri Türk dilinin resmî dil olduğundan bahsedilmeyip her unsurun kendi dilini ‘ta’lim ü teallümde’ serbest olduğundan bahsedilmesidir! Bu suretle Meclis-i Mebusan bir Babil kulesi hâlini alacak demektir: Bu müdhiş tehlikeye karşı Eğinli Said Paşa merhum şiddetli bir mücâdeleye girişerek nihayet Türk dilinin resmî lisan olmasını kabul ettirmiş…” Her unsurun kendi dilini öğrenme ve öğretme konusunda serbest olması meclisi neden ilgilendirsin? Bahusus meclis dilinin ne olacağı belirlenmişken? Ben bunun, Said Paşa’nın hatıratının tek başına okunmasından kaynaklanan bir yanlış anlama olduğunu düşünüyorum.
Kanun-ı Esasi taslağı, vükelâ tarafından düzeltildikten sonra bir de sarayda, İngiliz Said Paşa, Başkâtip Said Paşa (Küçük) ve Süleyman Paşa’dan oluşan bir komisyona gitmiş. İngiliz / Eğinli Said Paşa, hatıratında gerçekten eleştireldir ve ilgili maddede Osmanlı ülkelerindeki kavimlerin kendi dillerini öğrenmek ve öğretmek konusunda muhtar oldukları yolundaki ifadelere şiddetle karşı çıkmaktadır. Böyle yapılırsa, tebaa arasında ayrılık kaynağı olan bir hâl, resmî taahhüt altına alınırmış, bu tarih önünde büyük bir sorumluluğu çağırmak olurmuş. Ayrıca bu “muhtariyet” fiilen mevcut olduğundan bu ifade çıkarılmalı ve yerine “Devletin lisân-ı resmîsi Türkçe’dir ve Osmanlı efradının her biri hidemât-ı devlette istihdam olunmak içün lisân-ı resmîyi bilmek şarttır’ denilmeliymiş.
Kanun-ı Esasi’deki 18. Madde’ye bakılınca, biraz değişik ifadeye rağmen, Said Paşa’nın ve arkadaşlarının önerisinin kabul edildiğini görüyoruz. Bu maddenin ilân edilen hâlinde gerçekten de Türkçeden başka dillerin öğrenilmesi ve öğretilmesi hakkında bir şey yoktur. Sorun nerede o zaman? Sorun şu ki, bu maddenin, vükelâca düzeltilen hâlinde ve hatta ondan önceki taslaklarda da devletin resmi dilinin Türkçe olduğu hususu aynen vardı! Vükelâdan gelen ve o sırada 12. Madde olan maddeyi vereyim: “‘Memâlik-i Osmaniye’de bulunan akvâmdan her biri kendilerine mahsus olan lisânı talim ve taallümde muhtardır. Fakat hidemât-ı devlette istihdam olunmak içün devletin lisân-ı resmisi olan Türkçeyi bilmek şarttır.”
***
Said Paşa’nın anayasaya, Türkçenin resmî dil olması hususunu koydurduğu değil, diğer dillerin öğrenilmesi ve öğretilmesi hususlarını anayasadan çıkarttırdığı anlaşılıyor. Oysa maddenin ilk ve kırpılmamış hâli Osmanlı’daki “resmîyet” anlayışını daha iyi yansıtıyordu. Cumhuriyet dönemindeki gibi “resmî” denince bir toplumdaki herkesin uyması gereken, tek bir görüş burada söz konusu değildi. “Resmî” lafzı ancak devletle bir ilişikliğe işaret ediyor, “resmiyet” dışında kalan alanda ise yasaklayıcı veya emredici bir işleve sahip bulunmuyordu. Dolayısıyla bu maddenin nasıl yapıldığı hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasak ve sadece yayımlanmış haline baksak dahi Türkçenin ancak memuriyete girmek isteyenler için bir zorunluluk olduğunu, toplumun geneli için böyle bir durumun söz konusu olmadığını söylerdik. İlk halinde ise devletin bir resmî tercihi olduğu belirtilmekle birlikte, bu resmi tercihin sivil toplumda Türkçe’den başka dillerin öğrenilmesi ve öğretilmesi noktalarını anayasal güvence altına alması hâli bile vardır. Said Paşa’yı da aslında bu çoğulculuk hali rahatsız etmişe benziyor.
***
“Devlet dini” konusuna gelince, Kanun-ı Esasi’nin taslaktaki hâline oldukça benzer bir şekilde çıkan bu 11. maddesi şöyledir: “Devlet-i Osmaniye’nin dini, din-i İslâmdır. Bu esası vikaye ile beraber asayiş-i halkı ve âdâb-ı umumiyeyi ihlâl etmemek şartıyla Memâlik-i Osmaniye’de maruf olan bi’l-cümle edyânın serbesti-i icrası ve cemaat-ı muhtelifeye verilmiş olan imtiyazat-ı mezhebiyenin kemakân cereyanı devletin taht-ı himayetindedir”. Görüldüğü gibi burada da benzer bir mantık izlenmiştir; devletin dininin İslâm olarak belirtilmesi bu dinin toplumun geneline dayatılması anlamına gelmiyordu. Bilâkis, Osmanlı ülkelerindeki bütün dinlerin serbestçe uygulanması anayasayla devletin koruması altına alınmıştı.
Islahat Fermanı ve Tabiyet Kanunundan beri Osmanlı kavramı sürekli genişlemekte olup Kanun-ı Esasi’ye göre Osmanlı uyruğunda bulunan herkese hangi din ve mezhepten olursa olsun “bila istisna Osmanlı” denirdi ve bu “Osmanlıların kâffesi huzur-u kanunda ve ahval-i diniyye ve mezhebiyyeden maada, memleketin hukuk ve vezaifinde” eşitti. Kısaca, dinî veya mezhebî aidiyet açısından birbirlerinden farklı oldukları kabul edilen Osmanlılar kanun önünde haklar ve görevler açısından eşitti. Üstelik resmî dil uygulamasından farklı olarak, Osmanlı devleti hizmetine girebilmek için Müslüman olmak da gerekmiyordu. Dolayısıyla, Osmanlının resmiyetine çoğulculuk içeren bir resmiyet diyebiliriz.