İstimlâk edilmiş topraklarda bir cevelân
Hatırat türündeki eserler kadar olmasa da Osmanlı dünyasından kalan ve başka bir “ben metni” çeşidi olan seyahatnamelerin de ciddî bir yekûn tuttuğunu söyleyebiliriz. Tam bir sayı vermek elbette zor, ben birkaç yüz civarında olduğunu sanıyorum ama hemen ekleyeyim ki günümüzde bir yandan da yenileri bulunuyor ve yayınlanıyor. Her hâlükârda 16. ve 20. Yüzyıllar arasındaki geniş zaman dilimi için, gerek Osmanlı vilayetleri gerekse yakın veya uzak dünya ülkeleri ve yöreleri hakkında tarihçiye zengin malzeme sunan bir Osmanlı “seyahat” edebiyatı söz konusudur.
Kitlesel turizmin söz konusu olmadığı modern öncesi dönemde bu edebiyatı üretenlerin büyük bir kısmının tek veya asıl amaçlarının seyahat olduğunu söylemek tabii ki imkânsızdır. Görevleri gereği ülke içinde ve dışında seyahat eden Osmanlı memur ve asker sınıfından seyahat metinleri yazanlar çoktur. Bazıları, Seydi Ali Reis’in Mir’âtü’l-memâlik’inde olduğu gibi Osmanlı dışındaki ülkelerin tarihi için de birinci derecede kaynak niteliği taşır. Bazıları da, Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Hâlâtü’l- Kahire’sinde olduğu gibi Osmanlı dünyasının bir şehrine ışık tutar. Resmî görevle seyahat eden elçiler ve onların yazdığı sefaretnamelerin bunların içinde ayrı bir yeri vardır. Şair Nâbî’nin Tuhfetü’l-Haremeyn’inde olduğu gibi Hac yolculuklarının anlatıldığı hacnameleri de ayrı bir alttür sayabiliriz.
Esaret ve sürgünlük gibi zorunlu olan hâllere düşen ve kendi istekleriyle seyahat etmeyen Osmanlıların bıraktığı esaretname külliyatı da önemlidir. Bunların içinde Cem Sultan’ın yakın çevresinden biri tarafından yazıldığı için otobiyografik olmamasına rağmen, Osmanlı şehzadesinin Savoy, Fransa ve Papalık İtalya’sındaki Rönesans tiyatrosu-vari sergüzeştini anlatan Vâkıat-ı Sultan Cem muhakkak ki çok önemlidir. Richard F. Kreutel tarafından Arap harfleriyle aynen, merhum Harun Tolasa tarafından da sadeleştirilerek yayımlanan Temeşvarlı Osman Ağa’nın 17.Yüzyılın sonundaki zorunlu ve uzun Avusturya maceralarını anlatan eserini de unutmayalım. Aynı şekilde İnebahtı savaşında esir düştükten sonra Messina’dan Roma’ya seyahat ettirilen, ancak dört sene sonra III. Murad’ın müdahalesiyle geri dönebilen Hindî Mahmud’un, yakınlarda Ahmet Karataş’ça yayımlanan eseri, Sergüzeştnâme-i Hindî Mahmûd da bu türdendir.
19. Yüzyılın erken globalleşmesi ve yolculuk koşullarında sağladığı kolaylık ise seyahat hatta doğrudan turizm amaçlı gezilerde ciddî bir artışa yol açmış, bunun da Osmanlı seyahat edebiyatına yansımaları olmuştur. Burada bu eserleri basitçe alt alta yazmam bile mümkün değil. Sadece, yalnız Ahmet İhsan’ın Avrupa’da Ne Gördüm? Adlı eserindeki gibi doğrudan bir turistin izlenimlerini aktaran kitaplar değil, Mehmed Muhsin’in Afrika Delili’nde olduğu gibi rehberler yazıldığını da not etmiş olayım. Burada belki hatırlanması gereken başka bir husus ise, son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda artan turizm odaklı seyahat edebiyatının yanı sıra bu edebiyata başka amaçlı ve çıkış noktalı katkıların da hâlâ yapılmakta olduğudur. Aklıma hemen, gazetesi tarafından görevle gönderildiği yerlerden yazdığı raporları rahatlıkla seyahatname türüne sokabileceğimiz Ahmet Şerif geliyor ki o külliyat da merhum Mehmet Çetin Börekçi tarafından Anadolu’da Tanin ve Arnavutluk’ta, Suriye’de, Trablusgarp’ta Tanin adları altında yayına hazırlanmıştı.
Süleyman Nazif ise Ahmet İhsan’ın eserinin adını, alfabenin elverişliliğinden ötürü Avrupa’da Ne Kördüm olarak okumayı tercih ediyormuş… Ben de naçizane buradan mülhem, “Avrupa dışı dünyaları konu edinen Osmanlı seyahatnamelerini niye görmüyoruz veya neden ancak bu kadar görüyoruz?” diye soruyorum. Gerçekten de Bernard Lewis’in Müslümanların Avrupa’yı tanımasını konu edinen Muslim Discovery of Europe kitabı başta olmak üzere Osmanlıların Avrupa seyahatleri üzerine epey bir çalışma yapıldı. Hatta bu “Avrupa dışını görmeme” eğiliminin son dönem Osmanlı yayın dünyasında da baskın olduğunu ileri sürebilirim. Mesela, Osmanlı devleti adına Avrupa dışına elçilikle gönderilenlerin yani Fas, Buhara, İran ve Hindistan’a giden elçilerin yazdığı raporlar büyük ölçüde yayımlanmamış ve tarihçilerin ilgisine de mazhar olamamışlardır.
Oysa bir Osmanlının, Avrupa dışı dünya hakkında nasıl gözlemler yaptığı, kendi ülkesine anlatmak üzere neleri ilginç bulduğu ve tabii ki oralarda nasıl davrandığına baksak yeni bir şeyler öğrenmiş olmaz mıyız? Meselâ, Batı hegemonyasının tavan yaptığı 19.Yüzyılda, Osmanlı seyyahlarının Batı kolonilerinde ne tür tavırlar geliştirdiklerine dair bir soru sorsak? Ne yapmıştır sahi Osmanlı gözlemcileri dünyanın Batı tahakkümü altına girmiş yörelerinde? En basiti, kendilerini sömürgecilerle mi yoksa yerli ahaliyle mi özdeşleştirmişlerdi? Yoksa daha karmaşık duygular ve tavırlar mı geliştirmişlerdi?
Diyorum ki bu yazının kalanında, 19.Yüzyılda Hint altkıtasında bulunan Osmanlı seyyahlarından Ahmed Hamdi’nin, ilk kez 1882-83’te yayımlanan Hindistan ve Svat ve Afganistan Seyahatnamesi adlı eserinin orijinaline ve büyük torunu Fatma Rezzan Hürmen tarafından 1995’te yapılmış ve bir gömlek sadeleştirilmiş olan neşrine bakarak bu soruların cevaplarını arayalım. Eserini yayımladığı sırada encümen-i teftiş ve muayene reisi olan Ahmed Hamdi Efendi aslen Şirvanlıymış. İstanbul’da medrese eğitimi gören ve sonra kendisi de müderris olan Ahmed Hamdi, II. Abdülhamid tarafından tam ne olduğunu belirtmediği bir “memuriyet-i fevkâlâde” ile halkı Müslüman olan Svat’a gönderilmiş. Daha sonraları da Peşaver şehrinde Osmanlı konsolosu olarak görev yapmış ve zamanında aldığı notları kullanarak bu eserini yazmış.
1877 Temmuzunun sonuna doğru Bombay’a ulaşan Ahmed Hamdi’nin gelişi şehirdeki Müslümanlar arasında ciddî bir olay olmuş. Britanya sömürge yönetimini gücendirmemek için azamî bir gayret sarf etse ve sadece küçük bir grup Müslümanla görüşse bile Cuma namazı için bilerek seçtiği tenha camide yine de izdiham olmuş ve bu kadarı Bombay’daki Britanya yetkililerini irkiltmeye yetmiş. O Cuma akşamı belediye başkanı gelerek kentte artık kalmamasını ve yol masraflarını ve ihtiyaçlarını karşılayacaklarını söyleyerek yolculuğuna devam etmesini rica etmiş. Yanına bir de Farsça bilen Colonel Desborough adlı bir İngiliz subayı katmışlar.
Bu esnada 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşı tüm hızıyla sürmekteydi. Başlangıçta epeyce alarga duran Britanya’nın gittikçe Osmanlı lehine bir tavır benimsemekte olduğunu, Hindistan Müslümanlarının ise halife olarak tanıdıkları Osmanlı padişahı için yardım paraları topladıklarını ve aslında Osmanlı - Britanya ilişkilerinin kötü olmadığını düşünürsek, Müslüman topluluğunun heyecanlanmasını istemeyen Bombay yetkililerinin de kendilerince güç durumda kaldığı anlaşılıyor.
Desborough’nun ise Ahmed Hamdi’ye Britanya’nın resmî görüşlerini anlatmak için elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Britanya idaresine karşı 1857’de patlak veren büyük ayaklanmanın önemli önderlerinden biri olan Nana Sahib’in Cavnpur’da yaptıklarını seyyahımız önce tamamen Britanya bakış açısından anlatıyor. Nana Rao / Sahib, Cavnpur’daki İngiliz birliğini bir kışlada kuşatmış ve “İngilizlerin otuz altı nefer erkek ve kadın ve çoluk çocuklarını telef” etmiş. Nana, daha sonra aileleriyle birlikte bir askerî hastaneye sığınan İngilizlere saldırmış. Bu zayıf sığınaktaki “ufacık cemiyet Nana Rao avenesinin hücumlarına bahadırâne mukavemet” etmiş. Hikâyenin sonrasında Nana Sahib’in, kuşatılanların Allahabad’da gitmesine izin vermek hususunda nasıl “inek kuyruğu” üzerine yemin ettiği ama sonra sözünü tutmayarak katliam yaptığı anlatılıyor.
Ahmed Hamdi, Cawnpur’da bir anıt görmüş. 1857 için dikilen bu anıtın önünde Desborough ağlamaya başlamış ve ayaklanmacıların eline düşmemek için kendisini su kuyusuna atan genç bir kızın hikâyesini ve kızın general olan babasının, onun saçının telleri kadar ayaklanmacı öldürmek için verdiği sözü aktarmış.
Ahmed Hamdi’nin olayların sadece Britanyalılar cephesinden aktarımıyla yetinmediği ise şu ifadelerinden bellidir:
“Burada merkum Desborough’nun kelâmı tamam olup bizim sairlerinden işittiğimize göre İngilizler erbâb-ı kıyama galebe edince öyle bî-insâfane hareket etmişler ki suçlu suçsuz otuz binden mütecaviz adam[ı] takım takım sıra sıra dizerek üzerlerine toplar ve tüfenkler atarak dut gibi yerlere sermişler ve bunların canlı cansız demeyip, ayaklarına ip takıp süriyerek Ganga nehrine dökmüşlerdir. Hatta ulemadan bir zatın vücudunu gazla mülemma eyleyerek ateş verip yakmışlardır.”
Öte yandan Ahmed Hamdi’nin ilkesel bir noktadan bakıp sömürgeciliğe karşı çıktığını söyleyemiyoruz çünkü bu konudaki ifadelerinde Britanya’nın Hindistan’da ne işi olduğunu sorgulayan bir taraf yok. Sadece gayet kuru bir şekilde ülkenin “istimlâk” edildiğini yani “müstemleke” olduğunu söylüyor. Yerli halkın ona itici gelen bazı geleneklerini İngilizlerin kısıtlaması veya tamamen yasaklamasını ise açıkça onaylar bir tavır içindedir. Mesela, sati âdeti için söylediklerine bakalım:
“Mukaddema (önceleri) Hindulardan biri ölünce zevcesini de onunla beraber hayyen (canlı olarak) ateşte yakarlar idi. İngilizler şimdilerde diri adamı ölü ile yakmayı veya hastayı nehre ilka (atmak) etmelerini şediden yasak etmişlerdir ve böyle hastalar için Hindulardan para toplayarak hastahane dahi yaptırıp bir dereceye kadar medeniyet âdetine alıştırmışlardır.”
Aslında yukarıdaki alıntının biraz sonrasında yazdıkları da ilginç çünkü orada da Britanya sömürge yönetiminin Hindistan’ı yeterince iyi yönetemediği ve yaptıklarının yetersiz olduğunu söylüyor, alıntılamaya değer:
“Vâkıâ İngiltere devlet-i fahimesinin Hindistan’ı zabt ve teshirinden sonra Hinduların bir dereceye kadar âyinlerine vehn ve fütûr târî olmuşsa da ( güçsüzlük ve gevşeklik görünmüşse de) lâkin yine tanzim-i turuk (yolların düzenlenmesi) ve terbiye-i nüfusa kemâli ile teşebbüs olunmuyor. Hâlbuki İngiltere devleti gibi medeni bir devlet bu ana kadar Hindistan’da haylice âsar-ı medeniyet ibrazına çalışacak iken bilakis kendileri bile kadim şehirlerin derûnunda iskân etmeyip haric-i şehirde sayfiyelerde vakit geçirmekte bulunuyorlar”
Ahmed Hamdi’nin İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan karnesine koyacak bir zayıf notu da mali konulardaydı:
Mamafih İngiltere hükûmeti ahaliye bu kadar ağır vergiler yükletmekle beraber bu günkü günde kâffe-i müstemlekâtından senevi yetmiş milyon lira raddesinde bir vâridat tahsil edebilmektedir. Hâlbuki Hindistan’dan bunların istimlâk ettikleri yerlerin zaman-ı kadim vâridatı yüz elli milyon lira raddesinde bulunmuş olduğundan İngiltere hükûmeti vâridat-ı hazırayı eski raddesine getirmek için daima bir çare aramaktadır.”
“Hindistan Seyahatnamesi’nin ilk sayfası”
Yerlilerin ve sömürgecilerinkinden başka üçüncü bir bakışın hâkim olduğu Ahmed Hamdi’nin seyahatnamesinin hakkını tabii ki bu kadarla verdiğimi iddia edecek değilim. Sadece seyahatnamesine, bazılarının Avrupa kaynaklarından alındığı bariz olan birtakım gravürlerin de eklendiğini ve Ahmed Hamdi’nin düz turistleri “âsâr-ı atika seyr ü temâşâsı için seyahat edenler” şeklinde tarif ettiğini belirteyim. Kendisi herhâlde bunlardan biraz daha farklı oluyordu.