Ders kitaplarından öğrenilen Misâk-ı Milli
Bugünün Türkiyesi’nde çok önemli bir “kurucu belge” olduğu kanaati artık bir nas hâline gelmiş olan Misâk-ı Millî ders kitaplarında nesillere nasıl anlatılmıştı?
isâk-ı Millî’nin ne deyip demediğini önceki yazılarımda irdelemeye çalıştım. Bunu yaparken de beyannamenin asıl metnini dikkate aldım. Kısaca hatırlatayım: Misâk-ı Millî bir ulus-devlet kurma projesi değil, işgal altındaki Arap çoğunluk toprakları ayrıldıktan sonra geriye kalanı yine imparatorluk ve yine Osmanlı olarak yaşatabilme çabasıydı. Misâk-ı Millî ile daha önceki Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları arasında ise başta sınırlar ve o sınırlar içinde neyin âmil ve hâkim olacağı konuları olmak üzere hayatî ehemmiyeti haiz farklılıklar bulunmaktaydı.
Bu yazıda ise Misâk-ı Millî’nin nasıl olup da zaman içinde artan bir ivmeyle bugünkü konumuna geldiğini konu edineyim diyorum. Nasıl olmuş da Misâk-ı Millî, ulus-devlet kurulmasıyla sonuçlanacak bir ulusal kurtuluş savaşı programı olarak tescillenmiş ve “Türk vatanı”nın sınırlarını belirleyen bir belge muamelesi görmeye başlamış? Bunu da sanırım en iyi, Misâk-ı Millî konusunun tarih derslerinde nesillere nasıl öğretildiğine bakarak görebiliriz.
Bu konudaki hükmümü ise baştan söyleyeyim: Uzak veya yakın geçmişin pek çok konusunda olduğu gibi Misâk-ı Millî konusu da tüm Cumhuriyet dönemi boyunca tarihî olgular ve gerçekliklerden kopuk, dolayısıyla da akademik kalitesi gayet düşük bir şekilde öğretilmiştir. Bunun doğal sonucu ise, herkesin olguları ve verileri istediği gibi çarpıtabildiği, istediği haritayı çizebildiği, tarihî gerçeklikle taban tabana zıt yorumları çekincesizce yapabildiği bir vasatın oluşması olmuştur. Çok basit fakat içiçe geçmiş iki soru sorarak konuya geçeyim: Misâk-ı Millî “Türk vatanının” veya modern Türkiye’nin sınırlarını çizmiş ise neden ortalıkta gezinen Misâk-ı Millî haritaları, Türkiye’nin gerçek sınırları ile aynı değil ve daha da önemlisi, bunlar birbiriyle niye uyuşmaz? Misâk-ı Millî ders kitaplarının anlattığı gibi bir belgeyse, nasıl olur da kimi haritada Bulgaristan’ın yarısı, kiminde Ermenistan’ın tümü onun çizdiği söylenen sınırlar içinde olur? Nasıl olup da Kıbrıs, Girit, bütün Ege adaları bu haritalarda yer alır? Niçin bazı haritalarda, ancak 1939’dan sonra Türkiye’ye katılan Hatay’ı da kapsayacak şekilde şimdiki Suriye-Türkiye sınırı aynen Misâk-ı Millî sınırı olarak verilip sonra Irak’ta geniş topraklar bu sınırlar dâhilinde gösterilir? Peki, hâl böyleyse, Misâk-ı Millî, Türkiye’nin sınırlarını çizmiştir denecek bir durum var mıdır?
Muhakkak ki Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’u bir tarih kitabı değildir ama Türkiye’de tarih, özellikle de inkılâp tarihi yazımını derinden etkilemiştir. Mustafa Kemal’in, Nutuk’taki Misâk-ı Millî yaklaşımı aslında çok dikkat çekicidir. Şöyle ki, orada, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı üyelerini, kendi yakın arkadaşları da dâhil olmak üzere, “imansız, cebin, cahil, nankör, hodperest” gibi çok ağır sözlerle eleştirirken onların kabul ettiği Misâk-ı Millî’yi belirli bir ölçüde benimseyip sahiplenmektedir. Milletin ülkü ve amaçlarını kapsayan kısa bir programın ilk müsveddelerinin Ankara’da yapıldığını söyledikten sonra “İstanbul Meclisinde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tesbit olunmuştur” diyor ama Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarını tartıştığı gibi asla tartışmıyor.
Mustafa Kemal’in Mebusan Meclisi’ne kızgınlığını sadece kendisinin orada gıyabında başkan seçilmemesi ve Müdafaa-i Hukuk yerine “Felah-ı Vatan” adında bir grup kurulmasıyla açıklayamayız kanaatindeyim. Misâk-ı Millî beyannamesinin sınırlar konusunda Anadolu’ya uymamasını ve daha önceki iki kongrenin, “Kuva-yı Milliyeyi âmil, irade-i milliyeyi Hâkim” kılma kararlarına uzaktan yakından benzer bir ilkeyi kabul etmemiş olmasını da dikkate almamız gerekir. Mustafa Kemal’in bunlara rağmen Misâk-ı Millî’yi ibra etmesi ve sahiplenmesi ise belki Milli Mücadele’nin her aşamasına hâkim olduğunu göstermek ve Ankara’nın müsveddelerinin dışına çıkıldığını kabul etmemek saikleriyle açıklanabilir. Buna Misâk-ı Millî’nin rehabilite edilmesi demek de mümkündür ama bu rehabilitasyonun çeşitli bedelleri olmuştur.
Misâk-ı Millî’nin orijinal metnini ciddî surette tahrif eden ve o metni ancak bu şekilde resmî çizgi ile uyumlu bir hâle getiren Tarih IV ders kitabının bugünlere kadar uzanan bir etkisi vardır. Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanması kararını ve onun üyelerini Nutuk ile birebir uyumlu bir şekilde eleştiren bu kitap; Misâk-ı Millî’nin daha önceki kongre kararlarıyla aynı olduğu yolundaki hilâf-ı hakikat iddiayı 1931’de veciz bir surette şöyle ifade etmişti:
Erzurum ve Sıvas Kongreleri esasatının Meclis kararı olmak üzere ‘Misakı Millî’ suretinde ilânı bu son Osmanlı Meclisinin yegâne müspet bir işi olarak telâkki edilebilir.”
Bu şekilde belirlenen resmî çizgiyi tabii ki başka yayınlarda ve ders kitaplarında da rahatlıkla izleyebiliyoruz. Meselâ, 1933 tarihli ve Orta Mektep 3. Sınıf için hazırlanan Tarih III ders kitabı biraz daha basitleştirerek aynı şeyi söylüyor:
“İstanbul meclisi, Mustafa Kemalin Erzurum ve Sıvas Kongrelerindeki kararlara uygun olarak yaptığı programı ‘Misakı Millî’ adıyla kabul etti. 28 Kânunusani 1920.”
Aynı ifadeler Yusuf Hikmet Bayur’un 1934 tarihli ders notlarında da vardır. Dikkat çekici bir nokta ise bu resmî yayınların, Misâk-ı Millî’nin içeriğine hiç girmeyişidir.
Yalnız, “Büyük Erkânıharbiyece” tüm ordu için kabul edilen ve yine 1934 tarihli olan Askerin Ders Kitabı adlı kitapta, Misâk-ı Millîye daha sonraki yıllarda anakronistik olarak atfedilen bazı değerlerin atfedildiğini açıkça görüyoruz:
“İstanbuldaki yabancılar ise 1920/2. Kânununda açılan ve (Millî misak) denilen Türkiye cümhuriyetinin bugünkü sınırlarını ve istiklâlini isteyen andı kabul eden mebusan meclisini 16/Mart/1920 günü dağıtmışlar, askerlerimizi gece uyurken süngülemişler, ve artık İstanbulu resmen işgal ettiklerini ilân etmişlerdi.”
Son Osmanlı Mebusan’ı, bir cumhuriyet, onun bağımsızlığı ve sınırları yolunda bir talepte bulunmuş olsaydı gerçekten de tuhaf olmaz mıydı?
Enver Ziya Karal’ın 1944 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ni biraz hızlıca geçip günümüze yaklaşmaya çalışayım. Eski tahrifatı ve tezleri sadakatle tekrarlayan bu kitapçığın konumuz açısından önemi ise Felah-ı Vatan grubuna hakaretler etmekten vazgeçmesidir. Tarafsız bir dille sadece, “Mebuslar Felâhı Vatan grupu adiyle bir grup yaptılar. Bu grup ‘Misakı Millî’ denilen vesikayı hazırladı ve meclise kabul ettirdi” diyor.
1950’lerden başlayarak ders kitaplarında, orijinal belgedeki “Osmanlı”, “Osmanlı İslâm ekseriyeti”, “Devlet-i Osmaniye” türü ifadelerin giderek artan oranlarda “Türk” ve “Türkiye” kelimeleriyle karşılandığını ve hilafet ve saltanat referanslarının ise kaldırıldığını söyleyebiliriz. Meselâ 1956 tarihli ve Nurettin Ormancı ile Ali Ekrem İnal’ın Tarih Orta 3 kitabında, “Mütareke sınırları içinde kalan Türk vatanı hiçbir suretle bölünmez bir bütündür” deniyor. Saltanat, hilafet ve Osmanlı hükümetinin merkezi olma özelliklerinden hiç bahsedilmeyen İstanbul (ve Marmara)’da tanınması gerekli olan ise “Türk egemenliği”. Sadece, bir maddede, nasılsa kalmış bir “Osmanlı” kelimesi var, o da Osmanlı devletinde azınlıkların haklarının tanınacağı maddesi. Himmet Akın ve Çağatay Uluçay’ın 1960’ta yine Orta III için hazırladığı kitap ise bu hususta daha titiz, Osmanlı kelimesi hiç geçmiyor!
Hamza Eroğlu’nun 1982’de tüm üniversiteler için kabul edilen ve 150.000 adet basılan Türk İnkılâp Tarihi de öyle, aktardığı Misâk-ı Millî metninde hiçbir Osmanlı referansı yok. Orijinal metnin “Osmanlı İslâm ekseriyeti” dediği yerde o, “Türk ve İslâm çoğunluğu” diyor. Kendinden önceki Cumhuriyet dönemi akademik çalışmalarının bir muhassılası niteliğindeki şu satırlarını alıntılayayım:
“Misâk-ı Millî Beyannamesi, her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırlarını çizmiştir. Misâk-ı Millî ile Türkler, tam bağımsızlık şuuruna erişmişler ve millet olarak asgarî haklarını istemişlerdir.”
Günümüzde Orta Okul ve Ortaöğretim için kullanılan kitapların da bu tarih öğretimi geleneğini başarıyla sürdürdüklerini söylemeye bilmem lüzum kaldı mı? Ama bakın, tavşanın suyunun suyu hesabı eski dogmaları bile harfiyen tekrarlayamıyorlar. Ersun Balcılar, Murat Kılıç ve Yunus Kurt’un yazarları olduğu ve 2016-2017 yılından itibaren 5 yıl süreyle Ortaöğretim için ders kitabı olarak kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük kitabına inanacaksa gençlik, Misâk-ı Milli şöyle diyormuş:
“Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı tarihte düşman ordularınca işgal edilmemiş olan Arap memleketlerinin durumu halkın serbestçe vereceği oya göre belirlenmelidir”.
Hadi ilk maddeyi, tabii ki doğru olmayarak ama neredeyse bir asırlık tarihyazım geleneğinin etkisinde “Mondros Ateşkesi’nin imzalandığı gün düşman işgaline uğramamış yerler bir bütündür, bölünemez” diye verdiler, o geleneğin doğruca aktarabildiği bir maddeyi düzgünce yazamamak ne demek oluyor? Felaket değil katmerlenen felaket! “Misakımillinin kabulüyle ulusal sınırlar belirlendi” türü klişeler ise tabii ki berdevam…
Velhasıl, ne somut sınırlar çizmediğini öğretiyoruz, ne Osmanlı bağlamına oturtabiliyoruz, ne vakitsiz verilmiş azamî bir taviz belgesi olduğunu irdeliyoruz, ne de Erzurum ve Sivas Kongre kararlarından radikal farklılıklarını tartışıyoruz… Boşverelim konu-komşunun şu yöresinin bu yöresinin Misâk-ı Millî sınırları içinde sanılmasını, bu milletin bu öğretim sayesinde ay yüzeyindeki birkaç kraterin Misâk-ı Millî’ye dâhil olduğunu düşünmemesine şükredelim.