Delü gibi ırlarvam:Taralalla,taralalla!
Sultan Veled’in Anadolu’da yazılan ilk Türkçe metinler olarak bilinen şiirlerinin belki Farsça öğrenilmesini teşvik etmek gibi bir amacı da vardı.
Anadolu Selçuklu devletini anladık diyelim, hem Türkçeyi kullanmıyor, hem de tutarlı ve katı bir protokol uygulayarak görevlilerinin Türkçe unvanlarını vermeye özen gösteriyordu. Bir ülkede bürokrasinin diliyle yazı dili veya dilleri arasında birebir bir örtüşme olması gerekmediğine göre soralım; peki, Selçuklu döneminde, devletin dışında olup da Türkçe yazan kimseler yok muydu? Ülkede çeşitli medreseler olduğuna, okuryazar bir sınıf bulunduğuna ve dahası Arapça, Farsça eserler verildiğine göre birileri de kendi anadilinde Türkçe veya anadili Türkçe olanlar için bir şeyler yazamaz mıydı?
Makul bir varsayımla cevabın olumlu olması gerekir. Belki de yazılmıştır ama maalesef bugün bu eserlere sahip değiliz. Daha doğrusu, 11. ve 12. Yüzyıllardan bize ulaşmış Türkçe bir eser yok ve Selçuklu dönemi denebilecek en erken Türkçe eserler, Anadolu Selçuklu devletinin artık ortadan kalkma derecelerine geldiği 13. Yüzyılın sonlarına ve 14.Yüzyılın başlarına tarihleniyor.
II. İzzeddin Keykavus’un (1246-1262) emriyle yazıldığı yolunda bir rivayet olduğuna göre, Anadolu’nun ilk fatihlerinden Melik Dânişmend’in destanî öyküsünü anlatan Dânişmendnâme, bu dediğime belki kısmî bir istisna olabilirdi. Ne var ki, bu metnin 13. Yüzyıla tarihlenen herhangi bir nüshası elimizde olmadığı gibi Sayın Necati Demir tarafından yayıma hazırlanan şekli de çok daha sonraki bir dönemde Tokat Kalesi dizdarı Ârif Ali tarafından kaleme alınmıştır.
Aynı şekilde, II. Keykavus’un oğlu Alaeddin Siyavuş’u öne sürerek, 1277’de kısa süreliğine Konya’yı işgal eden Karamanoğlu Mehmed Bey’in divan dâhil her yerde Türkçe kullanılması hakkındaki ünlü “fermanının” da, otantikliği yolundaki tartışmaları ve sembolik önemini bir kenara koyarak söylersek, uygulamada herhangi bir değişikliğe yol açtığını ileri sürmek güçtür.
Öte yandan, 13.Yüzyılın sonlarına doğru Anadolu’da, geleneksel olarak yoğun Fars kültürü etkisinde olan ve herhâlde Fars dilli ve kentli bir nüfusa da sahip olan Selçuklu başkenti Konya’da bile Türkçenin ihmal edilemez bir konuma geldiğini söyleyebiliriz. Öyle ki, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, babasının yapmadığı bir şey yapmış ve bazı şiirlerini de Türkçe yazmıştı. Türkiye’de ilk kez 1925’te Veled Çelebi tarafından yayımlanan bu şiirleri merhum Mecdut Mansuroğlu, 1958’de Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri adı altında yayımlamış ve Eski Anadolu Türkçesinin ilk örnekleri olarak incelemişti. Şu andaki bilgimize göre Anadolu’da Türkçe olarak kaleme alınan en eski tarihli metinler bunlardır.
Sultan Veled’in Türkçe şiirleri, külliyatının içinde büyük bir yer tutmuyor. Sayın Veyis Değirmençay’ın verdiği bilgilere göre onun İbtidânâme veya Velednâme adıyla bilinen 1291 tarihli mesnevisindeki 9007 beytin 76’sı ve 1301’de yazdığı Rebâbnâme’nin 8124 beytinin 162’si Türkçedir. 13.335 beyitlik divanında ise 15 Türkçe gazel bulunuyormuş ki Mansuroğlu bunları 129 beyit olarak gösteriyor. İlginç olanı şu ki, esas gövdesi Farsça olan bu külliyatın içinde sadece Türkçe şiirler yer almıyor. Farsçaya göre sayıları yine çok düşük olmakla beraber Arapça ve Rumca beyitler de bulunuyor. Arapçanın Fars dili ve kültürü içindeki ağırlığı dikkate alınınca bu dildeki beyitler hiç şaşırtıcı değil. Rumca ise tabii ki Anadolu’nun en önemli yerel dillerinden biriydi. İbtidânâme’de 23, Rebâbnâme’de ise 22 beyit Rumcaymış.
Sultan Veled’in Anadolu Selçuklu devletinde kullanılan iki yazı dilinin yanına Türkçe ve Rumcayı da alarak mümkün olduğu kadar çok kesime kendi dillerinde seslenmek ve babasının mesajını daha etkin bir şekilde ulaştırmak amacı güttüğünü söyleyebiliriz. Her hâlükârda eserleri o dönemin Konya’sındaki çokkültürlü kent yaşamının bir izdüşümü gibidir. Hatta bazı şiirlerinin “mülemma” olduğu yani birden fazla dilin karıştırılması yoluyla yazıldığı düşünülürse bu kültürler arasında belli bir melezleşmeden de söz edilebilir. Öte yandan, ileride bir örneğini göreceğimiz gibi, bu değişik dilleri kullananlar belki de birbirlerini anlamaksızın yan yana yaşıyorlardı.
Sultan Veled bu şiirlerinde, anlaşılır bir Türkçeyle Mevlana’nın görüşlerini anlatmaya çalışıyor. Fakat her beytinde aşırı duru bir Türkçe de beklenmemelidir. Çoğu Arapça ve Farsça olan ödünçlemelerin en azından bazılarının bizatihi Sultan Veled eliyle mi yapıldığı, yani ondan mı kaynaklandığı yoksa o zamana kadar Anadolu’da konuşulan Türkçede zaten yerleşmiş mi olduğu tabii ki ucu açık bir sorudur ve onun yazdıklarından daha eski Türkçe metinler bulunmaksızın kolay kolay da cevaplanamaz. Yine de, Selçukluların, Sultan Veled’in zamanına dek neredeyse üç asırdır İslâmiyet ile aşina olduklarını ve bu aşinalığın da İran yoluyla geldiğini dikkate alırsak, bu ödünçlemelerin büyük bir kısmının konuşulan Türkçeye zaten girmiş olduğunu düşünmemiz gerekir.
Birkaç örnek verecek olursam; “Tenriyi peygamberinden istegil / Zinhar anı Hakdan ayru sanmagil” dizelerindeki “peygamber” kelimesi tabii ki Farsçadır ama Sultan Veled’in Türkçe konuşan hemşerilerinin kastedileni anlamakta herhangi bir sıkıntılarının olmaması gerekir. “Kim ki biri iki görür şaşıdur / Sözünü işitmegil, kulmâşîdür” beytindeki kulmâşî (aldatıcı) kelimesinin ise o kadar yaygın olmayabileceği ihtimali vardır ama her zaman olduğu gibi anlayan birileri de herhalde vardı. Bu meyanda, aklıma gelmişken not edeyim; Dede Korkut’ta da “Saru Kulmaş” adlı bir karakter vardır…
Sultan Veled’e dönersek; “Sen buyurdun kuluna: ‘Gel bir karış!’ / Kim gelem senin içün ben bir kulaç” dizelerini ise yedi yüz bu kadar yıldan sonra bile bu ülkede acaba kaç kişi anlamaz? Tabii ki Türkçenin bütün bu süre boyunca hiç değişmediği iddia edilemez. 16. veya 17. Yüzyıl Osmanlıcası için bile iyice eskimiş olan kelimeleri, ekleri ve gramer özelliklerini Sultan Veled’in Türkçesinde bolca görüyoruz. Mesela, birinci tekil eki, –vam, -vem veya –van, -ven olduğu için “görürüm” kelimesi “görürvem”, “kalırım” kelimesi “kalurvan” şeklindedir. Dolayısıyla, “Ben ki ana âşıkvam, uslu iken delüvem / Delü gibi ırlarvam: Taralalla, taralalla!” gibi ilk bakışta bugün için oldukça aykırı olan dizelerin bile ne dediğini anlamak işten değil. Şairimiz, Tanrı’ya âşık olduğunu, akıllı iken deli olduğunu, deli gibi şarkı söylediğini dile getirmiş! Ha, söylediği şarkı ise bana hem bizdeki “terelelli” kelimesini hem de Batı müziğindeki “tra la la” ları hatırlatıyor. Ama müsaadenizle pek anlamadığım bu konuya girmeyeyim. Vurgulamak istediğim şu: Türkçenin başka pek çok dile göre muhafazakâr olmasından ötürü yedi yüzyıllık bir metni bile fazla bir uzmanlık bilgisine başvurmaksızın hâlâ anlayabiliyoruz.
Sultan Veled’in birkaç yerde Türkçeyi iyi bilmediğini, eğer Farsça yazıyor olsaydı kendini çok daha iyi ifade edeceğini söylemesini ise nasıl yorumlamalıyız, emin değilim. Önce bu yerleri görelim. Çelebin / Çalabın / Tanrının dil ile anlatılamayacağını söyledikten sonra şöyle diyor:
“Türk dilin bilürmiseydüm ben
Söz ile bellü göstereydüm ben
Bildüreydim halâyıka söz ile
Görelerdi yaratganı göz ile
Tatça aydam ne kim dilersiz siz
Bula siz kimseyi, ki bulduk biz.”
Eğer Türk dilini bilseymiş, söz ile belli / aşikâr bir şekilde insanlara anlatır, yaratanı sanki göz ile görmelerini sağlarmış. Tatça (Farsça) ise ne istenirse söyleyebilir, başkalarının da, kendisinin bulduğu kimseyi (Tanrıyı) bulmalarını sağlarmış.
Başka bir şiirinde de, Türkçe bilseymiş Tanrıdan kendisine verilen sırları insanlara aktaracağını söylüyor:
“Türkçe bilseydüm, a[y]daydım
ben size
Sırları kim, Tenriden değdi bize
Bildüreydim söz ile bildüğümi,
Bulduraydım ben size bulduğumu.”
Bu yüce sırlar ve Türkçeyi bilmemekten dolayı onları aktaramamak hususu, bir kez daha, üstelik kısmen Farsça bir beyitte de karşımıza çıkıyor:
“Türkçe eğer bileydüm, bir sözi bin edeydüm
Tatça eğer diler siz, gûyem esrâr-ı ‘ulâ [Yüce sırları söylerim]”
Ailesinin dili Farsça olmasına rağmen, 1226’da, Lârende’de doğmuş ve Anadolu’da büyümüş bir kişi olarak Sultan Veled’in meselesinin gerçekten de Türkçe bilmemek veya yeterince bilmemek olduğunu düşünmemeliyiz. Sanırım, başka bir dilde yani Farsçada geliştirilmiş ve mecazlarla dolu olan tasavvufî fikirleri Türkçeye iyi aktaramadığını veya etrafında konuşulan bir dil olarak Türkçenin bu tür fikirleri ifade etmek için çok yeterli olmadığını düşünüyordu. Kibarlık edip kabahati Türkçeye değil de kendine yüklediğini söyleyebiliriz.
Eğer böyleyse, Oğuzcanın sadece bir konuşma dili olmaktan çıkarak yazı dili de olması sürecinde bir aşamaya, belki de başlangıcına, tanıklık ediyoruz. Sultan Veled’den çok sonraları bile, üstelik anadili Türkçe olan pek çok yazarın bir yandan Türkçe eserler verirken diğer yandan Türkçe yazmanın sıkıntılarından bahsetmeyi bir gelenek hâline getirmiş oldukları ve neden Türkçe yazdıklarını sürekli açıklar bir tavır takındıkları düşünülürse bu sürecin uzunca sürdüğünü söyleyebiliriz. Yeri geldiğinde bu yazarların görüşlerini ele alacağız.
Şimdilik yine 13.Yüzyılın sonunda ve 14.Yüzyılın hemen başlarında kalalım. Sultan Veled’in Türkçe kalem oynatmasından çok kısa bir süre sonra Anadolu’da Türkçe yazılan eserler çoğalmıştı. Yunus Emre’nin 1307’de yazdığı Risâletü’n-Nushiye’si ve Divan’ı, Gülşehrî’nin 1317’de yaptığı Mantıku’t-Tayr uyarlaması, Tursun Fakih’in Cumhur-nâme’si ve diğer yazdıkları ve tabii ki Âşık Paşa’nın Garib-nâme’si hemen aklıma geliyor. Örnekleri çoğaltmak mümkündür ama kâfidir. Ne olmuştu da 13.Yüzyılın sonlarından başlayarak Türkçe, Anadolu’da yazı dili olarak giderek artan oranlarda kullanılır olmuştu?
Bu soruya tek bir kelime ile cevap vermek mecburiyetim olsaydı “Moğollar” derdim. Kaynaklarda, Hacı Bektaş Veli gibi Anadolu erenlerinin ve Osmanlılar gibi siyasî teşekküllerin kurucularının “Horasan” veya “Türkistan”dan geldiklerine dair pek çok rivayet vardır. Bunlardan bazılarında, mesela Neşri’de, Osmanlıların atalarının İran- Anadolu arasında bir yerlerde vatan tutmuşken Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya geldikleri özellikle vurgulanır. Başta Fuat Köprülü olmak üzere bazı eski kuşak tarihçilerin efsane olarak görüp değer vermediği bu rivayetlerin Anadolu’ya, 13. Yüzyılda Moğolların itmesiyle, ikinci ve kanımca demografik açıdan daha önemli olan bir göç dalgasından kaynaklandığı açıktır. Öyle görünüyor ki Anadolu’ya yeni girenler hem eski kent merkezleri Selçukluların elinde olduğu için hem de Moğollardan daha uzak olabilmek için uç bölgelerine yığılmıştı. Böylece bu Türklerin, eski kent merkezlerinin Fars yönelimli kültüründen de uzak kaldıkları düşünülebilir. Ayrıca, Fars dilli Selçuklu bürokrasisinin, uçlardaki ahalinin gözünde Moğol yönetiminin araçları olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Her hâlükârda Anadolu’nun demografik dengelerinin Türkçe konuşanlar lehine çok değiştiği bir dönemde çökmekte olan Selçuklu merkezinin yazı dili alışkanlıklarının aynen devam ettirilmesi için pek bir sebep yoktu.
Sultan Veled, Türklerin dilinde yazarken muhakkak ki babasının fikirlerini yaymak istiyordu. Belki de o, o yüce sırlardan Türkçe konuşanların ağzına anlayacakları dilden bir parmak bal çalıyor ama kalanına ve daha fazlasına ulaşabilmeleri için Farsça öğrenmeleri gerektiğini söylüyordu. Başka bir deyişle, Sultan Veled, hızla şekillenmekte olan beylikler Anadolu’sunda, hatta payitaht Konya’da bile, Fars dilinin eski konumunu koruyamayacağını görmüş, dolayısıyla o dilde ifade edilmiş Mevlana düşüncesinin de nisyana uğramaması için kendince bir önlem almıştı. Kim bilir.